Marcus Aurelius

Felsefî Hayat Sürme

Hayatımızın dağınıklık içinde kaybolup gitmesi istenmiyorsa, bir düzen içinde bulunması gerekir. Günlük yaşayışta bir kaplayıcı tarafından desteklenmeli, iş, gerçekleştirme ve yüksek anların yan yana getirilmesiyle ahenk kazanmalı, tekrarlamada kendini derinleştirmeli­dir. O zaman hayat, durmadan aynı hareketi yapmayı gerektiren işlerde de, kendini bir anlama bağlı bilen bir neş'eyle dolar. O zaman sanki bir dünya ve kendi şuuru­muz içinde gizlenmiş gibi oluruz, ait olduğumuz tarihte ve hatıra ve sadakatle beslenmiş bir hayatta, bir temelimiz var demektir.
Böyle bir düzen, ferde, içinde doğduğu dünyadan, doğumdan ölüme kadar büyük adımları ye günlük yaşayışın küçük şeylerini şekillendiren ve ruhlandıran kiliseden gelebilir. Sonra fert kendiliğindenliğiyle çevresinde kendisi için her gün görülebileni ve hali hazır olanı elde eder. Başka türlü, tarihten gelene olan inancın gittikçe azaldığı kırık bir dünyada, ve sadece dış düzen olarak mevcut, semboliksiz ve transandanssız kalan, ruhu boş bırakan, insana kafi bir şey ifade etmeyen, aksine insanı saadet ve sıkıntıda, korku ve «hepsi bir» de kendi başına bırakan bir dünyada, fert kendi kendine bırakılmıştır. Felsefi hayat sürme tarzında, fert, çevrenin ona artık getirmediğini bizzat kendi kuvvetlerinden aldıklarıyla kurma imkanlarını arar.
Felsefi hayat sürme arzusu, karanlıktan, aşksız ve sevgisiz ferdin içinde bulunduğu boşluğa boş gözlerle dik dik bakıyorsa, kaybolmuşluktan, iş yerinin doğurduğu zorluklarda kendini unutup gitmekten başlar, eğer birdenbire uyanır, korkar ve kendi kendine aşağıdaki soruları sorarsa: Ben neyim, ne kaybediyorum, ne yapmalıyım?
Bu kendini unutmak, teknik dünyanın ortaya koyduğu bir şeydir. Saatla düzenlenmiş, insanı insan olarak gittikçe daha az muhtevalandıran, özümleyici ve boş yere akıp giden işler tarafından ayarlanmış, insanı, kendini, kah orada, kah burada İşe koşulan makine parçası hissettiği ekstreme. getirir, serbest bırakılırsa, hiçbir şeydir ve hiçbir şeyden başlayamaz. Ve eğer kendine gelmeye başlayıverirse, bu dünyanın dağdağası, her şeyi yutan boş iş ve serbest zamanın boş eğlenmesi içine yeniden çekilir.
Fakat kendini unutma temayülü, insanda, çok eskiden bu şekliyle vardır. Dünyada, alışkanlıkların içinde, herhangi bir irdelemeye tabi olmayan tabiilikler, sağlam sandığımız yollarda kaybolup gitmemek için, şöyle bir silkinip kendimizi çekip çıkarmaya ihtiyaç var.
Felsefe yapma, menşe'i uyanık tutma, kendini yeniden bulma ve iç murakabede, kuvvetlere göre, kendine yardım etme kararıdır.
Gerçi, varoluşta, elle tutulan ilk şey, şudur: pratik görevleri, günün isteklerini takip etmek. Fakat bununla yetinmeyip, daha ziyade katıksız çalışmayı, gayelerde kaybolup gitmeyi, kendini unutmanın yolu ve dolayısıyla kayıp ve suç olarak görmek, işte, felsefi, hayat sürme arzusu budur. Ve, sonra, insanlarla olan tecrübelerimizi, saadeti ve hastalığı, ve muğlak olanı ciddiye almak. Unutmamak, aksine kendine mal etmek, güçlüklerden yılmamak, üstüne varmak, halledildi diye bırakmamak, aydınlatmak, işte budur felsefi. hayat sürme.
İki yolu var bunun: Yalnızlıkta düşünmenin her şeklinin doğurduğu murakabe ve insanlarla karşılıklı temaslar, konuşma ve susmada birbirini anlamanın her şeklinin doğurduğu komünikasyon.
Derin tefekkürün, günlük yaşayıştaki anları, biz insanlar için vazgeçilemez. Bununla günün kaçınılmaz dağınıklığı içinde menşe'in varlığının tamamiyle kaybolmadığına kanaat getiririz.
Dinlerin duada yaptıkları şeyler, felsefi benzerlerine derinleşmede, kendinde varlığa dönüşte sahiptir. Böyle bir şey dünyada, dünya işleriyle meşgul olmadığımız, aynı zamanda boş kalmadığımız, günün başlaması, bitmesi veya bu arada esaslı olanla temas ettiğimiz zamanlarda vaki olmalıdır.
Felsefi tefekkür, kültsel olandan farklı olarak, hiçbir mukaddes nesneye, hiçbir mukaddes yere, hiçbir belli şek le sahip değildir. Böyle bir tefekkür için, meydana getirdiğimiz düzen, kaide haline getirilemez, serbest hareket imkanı olarak kalır. Kültsel toplumdan farklı olarak tek başına bir düşünce şeklidir.
Böyle bir tefekkür, neleri kapsayabilir?
İlkin, kendi kendini yoklama. Bütün gün ne yaptığımı, ne düşündüğümü göz önüne getiririm. Yanlış olanı, nerede kendi kendime samimi olmadığımı, nerede kaytarmak istediğimi, nerede dürüst olmadığımı yoklarım.
Nerede kendi kendime uyduğumu, nerede kendimi üstün saymak istediğimi görürüm. Yapacağım kontrol ve bunu gün boyunca nasıl tatbik edebileceğim hususunda şuurlu  kılarım kendimi. Benim için kavranılması güç olan «ben» e, bütün olan bana değil, çeşitli davranışlarıma bakarak yargılarım kendimi. Yönümü tayin edebilecek ilkeler bulurum; belki, kızgınlık, ümitsizlik, sıkıntı, ve diğer kendimi kaybediş anlarımda beni teselli edebilecek sözler, «ölçülü olmak, başkalarını düşünmek, beklemek, tanrı vardır» gibi hatırlatıcı diğer büyülü sözler bulur çıkarırım.
Pisagorculardan başlayıp, Stoacı ve Hıristiyanlar üzerinden Kierkegaard ve Nietzshe'ye kadar devam eden, kendi kendini yoklamanın istekleri ve tamamlanma imkanı olmayan ve daima yanıltma kabiliyeti olan tecrübeleriyle, tarihin getirdiklerinden bir şeyler öğrenirim.
İkincisi, varlığı aşan tefekkür: Felsefi düşünce yollarının temel kitabı vasıtasıyla, gerçek varlığın, tanrının ne olduğu hususunda kesin bir kanaate varının. Varlık şifrelerini sanat ve edebiyat vasıtasıyla çözerim. Felsefenin ortaya koyduklarını gözönünde bulundurarak, şifreleri anlaşılır hale getiririm. Zamana bağlı olmayanın yahut zaman içinde ebedi olanın ne olduğu hususunda kanaat sahibi olmaya çalışırım, hürriyetimin menşe'i ile, dolayısıyla varlığın kendisiyle temas kurmayı, sanki yaratan benmişim gibi temele inmeyi denerim.
Üçüncü olarak, şimdi ne yapmak lazım geldiğini düşünürüz. Bir hedefe. yönelmiş düşüncenin dayanılmaz yoğunluğu içinde, her şeyi içine alması gereken anlamı yitirdiğim zaman; cemiyet içindeki öz hayatımın ne olduğunu düşünürsem, bahis konusu günün en ince noktalarına. kadar, karşımda bulunan ödevin. ne olduğuna açıklık kazandıran dayanak noktasını bulurum.
Düşünerek kazandığım -hepsi de olsa- kazanılmamış gibidir.
Komünikasyonda gerçekleşmeyen, mevcut değildir, komünikasyonda temelini bulmayan, sağlam bir temele sahip değildir.
Bundan dolayı felsefe, şunu talep eder: Durmadan komünikasyonu aramak, ona tereddütsüz cesaret etmek o inadı ve kendini daima başka elbiseler içinde zorlayan «ben-varım» ı teslim edip, bu teslimiyetten umulmadık anda kendime yeniden hediye edileceğim ümidi içinde yaşamak.
Bunun için daima şüphe içinde olmalıyım, emin olmamalıyım, kendimi bende mevcut, aydınlattığımı sandığım sabit bir noktada tutmamalıyım. Böyle bir kesinlik hakikate uymayan kendi başına bir iddianın en yanıltıcı bir şeklidir.
Tefekkürü üç şekilli -kendimi yoklama, varlığı aşan tefekkür, ödeyin göz önüne getirilmesi- yaşarsam ve sınırsız komünikasyona açılırsam, hiçbir zaman zorla ulaşamayacağıma, farkında olmadan kavuşurum: Sevgimin açıklığına, tanrının gizli ve daima belirsiz kalan isteğine, varlığın açıklığına ve belki bununla hayatımızın daimi huzursuzluğunda, huzura, korkunç felaketlere rağmen temele inanmaya, ihtirasların sarsıntıları içinde son kararın doğruluğuna, bu dünyanın baştan çıkarıcı anlık hadiseleri içinde sadakatin varlığına.
Kendisiyle yaşadığım ve daha iyi yaşayabileceğim kaplayıcıyı düşünerek kendime gelmişsem, beni gün boyunca, sonsuz işler ve teknik dünyada parçalanıp gitmekten koruyan temel duygular, pırıl pınl ortaya çıkarlar. Çünkü, aynı zamanda, kendime döndüğüm anların anlamıdır bu. Bu suretle günün bütün hareketi ve dağdağası arkasında, var olmaya devam eden, bağlayan, ve beni tökezlemeler, yanılmalar ve heyecanlar esnasında temeli çürük olana bırakıp koyvermeyen bir temel tutum elde ederim. Çünkü, bu temel tutum sayesinde, şimdi de, geçmiş ye gelecek, aynı derecede birbirine bağlı ve devamlıdır.
Sonra, felsefe yapma, iç içe yaşamayı öğrenmek ve ölebilmek demektir. Zaman içindeki var oluşun belirsizliği dolayısıyla hayat daimi bir deneme demektir.
Bu denemede, hayatın içine dalmak, açıkça kendini ortaya koymak, kendini gizlememek, görüşte, soru ve cevaplarda dürüstlüğü sınırsız hakim kılmak bahis konusudur. Ve sonra bütünü bilmeden, gerçeği elle tutup gözle görmeden, yanlış deliller veya aldatıcı tecrübelere dayanarak kaçamak bir delik aramadan, açık ve doğrudan doğruya karşımıza çıkan tanrı sözüne ihtiyaç göstermeden, daha ziyade eşyanın çok anlamlı dili ne kulak vererek ve yine de transandans kesinliğiyle yaşayarak kendi, yolunda gitmek.
İşte buradan hareket ederek, bu şüpheli varoluşta, hayat iyi, dünya güzel, ve bizzat varoluş anlamlı olur.
Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmek demekse, ölebilmek de gerçek hayatın şartıdır. Yaşamayı öğrenmek ve ölebilmek, ikisi de aynı şey.
Tefekkür, düşüncenin gücünü öğretir.
Düşünmek, insan olmanın başlangıcıdır. Hesap muameleleri, tabiatı tecrübe ederek öğrenmek, teknik planlama velhasıl nesneleri gerçekten tanımakla aklın gücünü öğrenirim. Metot ne kadar katkısızsa, mantığın ikna edici gücü, tecrübenin elle tutulup, gözle görülür oluşu, sebep netice ilişkisinden çıkan bilgi, o kadar büyüktür.
Fakat felsefe yapma, aklın elde ettiği bilgilerin hudutlarından başlar. Gaye ve son hedeflerin tayini, en yüksek iyinin, insan hürriyeti ve tanrının bilinmesi hususunda aklın çaresizliği, aklın vasıtalarına sahip ve fakat akıldan daha fazla bir şey olan düşünceyi uyandırır. Bundan dolayı felsefe yapma, alevlenmek için, akli bilginin hudutlarına yüklenir.
Her şeyi tarmamiyle gördüğünü söyleyen kimse, artık felsefe yapmıyor. İlim yoluyla varlığı bütünüyle açıkça bildiğini kabul eden, bir ilim-batıl inancının içine düşmüştür. Hayret etmeyen sormayan Hiçbir sır tanımayan, aramaz. Felsefe yapma, bilme imkanlarının hudutlarının bilinmesiyle, bilginin hudutlarında, kendini bilinmeyen olarak göstereni bütün açıklığıyla tanır.
Gerçi bu hudutlarda bilme sona erer, fakat düşünme değil. Bilgimle teknik tatbikatta açıkça hesaplaşabilirim, fakat bilmeme halinde, kendimi değiştirdiğim bir iç hesaplaşma mümkündür. Burada, artık ayrılıp bir başka konuya gitmeyen, aksine düşünce ve varlığın aynı şeyi ifade ettiği varlığının en içinde bir tatbikat demek olan düşüncenin, daha derin ve daha başka bir gücü kendini gösterir. İç hesaplaşma olarak bu düşünce, teknik dünyanınkine nazaran bir hiç gibidir, bilginin tatbik edilmesi ile kazanılmaz, görüşümüze ve plana göre yapılamaz, fakat gerçek aydınlığa kavuşma ve önem kazanma, iç içedir burada.
Akıl, nesneleri tespit eden, olmakta olanın gerilimlerini gevşeten, akılla kavranamayacakları ortaya koyan büyük bir genişleticidir. Aklın açıklığı hudutların açıklığını mümkün kılar ve düşünme ve faaliyet, iç ve dış hesaplaşmanın iç içe olduğu gerçek iç sesinin uyarıcısı olur.
Filozoftan öğretisine göre. yaşaması isteniyor. Bu cümle, kendisiyle söylenmek isteneni, fena ifade ediyor. Çünkü filozofun tecrübeyle bilinen sınıflamalar, hukuki normlar altındaki hadiseler gibi, reel varoluşun tek tek hadiselerini bir çerçeve içine sokabileceği bir öğretisi yoktur. Felsefi fikirler tatbik edilmezler, onlar, daha ziyade kendisinden aşağıdaki şekilde bahsedilebilecek gerçeklerdir: Bu düşüncelerin icrası halinde insan, bizzat yaşar, yahut, hayat düşüncelerle doludur. İnsan olma ile felsefe yapmanın ayrılmazlığı bundandır, -insanın ilmi bilgisinden ayrılabilirliğinden farklı olarak-, ve bir felsefi fikri sadece irdelemek değil, aynı zamanda bu fikirle felsefi insan olmayı kavramak zarureti bundandır.
Felsefi hayat, felsefi cümleleri lehte delil olarak kullanan yanlışlıklar içinde, durmadan, kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Var olma arzusunun istekleri, egzistans aydınlanması formüllerinde gizlidir: Huzur pasiflik, itimat her şeyin ahenginin aldatıcı inancı, akıl, her şeyi koyup salıveren «hepsi bir» oluyor. En iyi, en kötüyle temasta.
Komünikasyon isteği, birbirini nakzeden örtüler içinde yanılıyor. İnsan konuşmak istiyor, kendinin aydınlanması hususunda mutlak bir açıklık iddiasındadır. Sinirlerinden dolayı, özür diliyor, ve hür tanınmak iddiasını yükseltiyor. Geriye dönmeyen komünikasyona amade olduğunu söylediği halde, dikkatli olmayı, susmayı, gizli bir savunmayı deniyor.
Bu yanılmaları kendi içinde tamamiyle görmek ve yenmek isteyen felsefi hayat, kendini emniyetsizlik içinde bilir, onun için de, emir altına girmek için değil, kendini aydınlatmak hususunda ilerlemiş olmak için, durmadan muarız arayan, soru tevcih eden, duyup görmek isteyen tenkide dönüktür. Bu yaşayış, eğer komünikasyonda her şey açık ve fütursuz ise, başkalarıyla, kendisini korkusuzca teslim eden bir ahenk içinde, aranmayan tasdiki ve hakikati bulur.
Felsefe yapma, eğer komünikasyona olan inancıyla yaşıyor ve ona cesaret ediyorsa, tam bir komünikasyon imkanını belirsiz bırakmalıdır. Komünikasyona inanılabilir, fakat komünikasyonun ne olduğu bilinemez, sahip olunduğuna inanıldığı anda, kaybedilmiş demektir.
Çünkü şunlar, felsefe yapanın kesinlikle kabul edemeyeceği korkunç sınırlardır: Unutup gitmek, görmemezlikten gelmek ve aydınlanmayı kabul etmemek. Neyin ne demek olduğu, müşahhas durumlarda, bir genel cümle ile bile değil, sadece bir işaretle karşılanabilecek iken, biz, bir sürü gevezelik ettik.
Yanlışlıkların, karışıklıkların ve girift sorunların bulunduğu yerde, modern insan ruh doktorunu çağırıyor. Gerçekte ruhi durumlarımızla ilgili bedensel hastalıklar, nevrozlar vardır. Ruh doktorları onlarla nasıl başa çıka­caklarını bilirler, gerçekçi bir tutumdur bu. Hekim, eleştirici tecrübeye dayanarak bir şeye muktedir olduğu, bir şey yaptığı zaman, hekimin insan oluşu gözden kaçırılmamalıdır. Fakat bugün psikoterapiye dayanarak, artık tıp ilmine dayanmayan, yani tıbbi olmayan, felsefi, bundan dolayı da her felsefi uğraşı gibi, etik ve metafizik araştırmaya İhtiyaç gösteren bir şeyler meydana geldi.
Felsefi hayat sürmenin hedefi, erişilip tamamlanabilen bir durum olarak formüle edilemez. Durumlarımız egzistansımızın daimi bir gayreti veya onun başarısızlığının sadece bir tecellisidir. Mahiyetimiz yolda olmaktır. Zamanı yarıp geçmek isterdik. Yalnız zıt kutuplarda mümkün bu.
Ancak tarihiliğimizi içine alan bu zaman içinde, egziste ederek ebedi hali hazır hakkında bir şeyler öğrenebiliriz.
Bu şeklimiz içinde belirli bir insan olarak, insan oluşumuzun şuuruna varırız.
Eğer kendi çağımızı kaplayıcı gerçeğimiz olarak yaşarsak, tarihin birinde bu çağı, ve böylece de sonsuzluğu kavrayabiliriz.
Yükselirken, durumlarımızın arkasında gittikçe aydınlanan menşe'imize temas ederiz, fakat daima karanlıklaşma tehlikesi içinde.
Filozofça yaşamanın, bu şekilde yükselmesi, insanın böylece hayat sürenindir. Böyle bir insan, suçu başka­ larına yüklemeden, tek olarak komünikasyonda yaşamak zorundadır.
Yükselmeyi, dünya görüşü diye bize bildirilen cümlelerden birini seçmekle değil, yalnız hayatımızın tarihi somut seçim aktlarında kazanırız.
Zaman içindeki felsefi durum, nihayet bir benzetme ile şöyle karakterize edilebilir:
Filozof, karanın sağlam toprağında -gerçekçi tecrübede, ilimlerden birinde, kategori ve metot bilgisinde- yönünü tayin ettikten ve bu toprağın hudutlannda fikirler dünyası rahat yollar boyunca koştuktan sonra, birdenbire, okyanus sahilinde bir serçe gibi, suya doğru, egzistansında mevcut olan birini, transandansı araştırmak için bir gemi arayarak kanat çırpar. Gemiye, -felsefi düşüncenin ve felsefi hayat sürmenin metoduna- gördüğü, fakat tamamen ulaşamadığı gemiye bakar; böylece yorar kendini ve olağanüstü sarhoş hareketleri yapar.
Böyle kelebekleriz biz, ve sağlam topraktayız diye yön aramaya son verirsek, kaybolmuşuz demektir. Fakat orada kala kalmaktan memnun değiliz. Bunun için, kanat çarpmamız, belki, sağlam toprakta oturan ve tatmin olmuşlar için gülünç, huzursuzluğu yakalamış olanlar için de anlamlıdır. Dünya, her şeyin bahis konusu olduğu, herkesin kendiliğinden giriştiği ve cemiyet içinde cesaret etmek zorunda. olduğu, ve bu haliyle asla gerçek bir öğretinin konusu olamayan bu uçuş için bir çıkış noktasıdır.

Karl Jaspers, Çev: Mehmet Akalın, Felsefeye Giriş, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1981, s.126-135.
Felsefî Hayat Sürme Felsefî Hayat Sürme Reviewed by Tarih ve Felsefe on 2.10.14 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.