Marcus Aurelius

Batı-Dışında Nasıl Felsefe Yapılabilir?


Ludwig Deutsch-The Chess Game
Tarihte vuku bulan ve belirli bir din tarafından belirlenmeksizin dünyanın temelini araştırmayı hedefleyen aralıksız düşünce sorgulaması olarak kavranan felsefe, düşüncenin özerk disiplini olarak felsefe, tam bir Batı olgusudur. Felsefe, evrenin doğuşunu anlatan kurucu efsanelerin yerini Sokrates-öncesi düşünürlerin logos'u aldığı zaman, Yunan düşüncesinin tan vaktinde doğar (ortaçağ felsefesini hesaba katmıyor ve özellikle modem dönemi dikkate alıyo­rum). Batı-dışı "felsefelerim bütünüyse, derinlemesine etkilenmiş oldukları dinsel geleneklere sıkı sıkıya bağlı kalırlar: Dinsel gelenekten esinlenir, doğrularını buradan devşirir ve her biri kendi olanakları ölçüsünde bunu akılcı bir yapıya oturtmayı denerler. Hindu geleneğinin farklı "öğretileri" (dershaneleri), konulan çeşitlilik arz etmesine karşın, yine de en büyük amaç olan yeniden-doğuş(lar) döngüsünden kurtulmayı hedeflerler. Nitekim Nyâya Okulu (mantık okulu), akıl yürütmenin on dört kategorisini öğrenen insanın ıstıraptan kurtulduğunu ve selamete erdiğini öğretir bize. Hepsi bizi ıstıraptan kurtarmaya can atan diğer okullarda da aynı şey söz konu sudur; amaç, sonunda Ruh'un madde karşısında mutlak yalnızlaşmasına (sâmkhya) veya tüm ruhsal-zihinsel işlemlerin ortadan kaldırılmasıyla (yoga) Mutlağın bilgisine, ya da o ünlü "Bu sensin (advaita vedânta)" metafizik denkleminde billurlaşan Kendi-olmayan ile Kendi'yi birbirinden ayırt etme bilgisine ulaşmaktır. Budizm de bir istisna teşkil etmez; dindirilemeyen var olma susuzluğunu her ne pahasına gidermek isterken, insanın sınırsız ruh göçü döngüsünden kurtulup özgürleşmesinin yolunu gösterir ve Tanrı'sız bir mistisizmi ifade ederek nirvândnın huşu (numineux) özelliğini ve tanımlanamaz paradoksunu daha da belirginleştirir. Başka deyişle, bütün bu dünya anlayışlarının en büyük amacı, insanın selametini bir kurtarıcıya bağlamaya devam etmektedir.
İslam dünyasının yazgısı Hindistan'dan ve Uzakdoğu'dan farklı olmuştur, çünkü Yunan metinlerinin önce Süryaniceye, sonra da Arapçaya tercümesi sayesinde Yunan düşüncesinin etkisini görmüştür. Meşşâiyyun'un klasik felsefesi, Aristoteles'e sımsıkı bağlı kalmıştır. Bu bakımdan İbn Rüşd, benzeri hâlâ görülmemiş bir örnektir; sıkı bir Aristotelesçidir; Fars İbn Sina ise, Aristotelesçiliği elden bırakmazken, yine de düşüncenin mitsel-şiirsel boyutunun cazibesine kapılmıştır ve o meşhur "Doğu felsefesi" buradan çıkmıştır. İbn Rüşdcülük meyvelerini aslında Batı'da verecek ve 13. yüzyılda Paris Üniversitesi'ndeki sanat hocalarından geçerek Batı İbn Rüşdcülüğüne özgü "çifte doğru" kuramına, yani imanla bilginin, dinle felsefenin ayrılmasına varacaktır. Fakat felsefenin manzarası İran İslâmî'nin alanına geçildiği anda hepten değişiverir, çünkü o ilk Aristotelesçiliğe bir yandan "Fars Platoncuları" akımı İşrakiyyun) hatta Sühreverdi'nin ilahi esin kaynağı felsefesi, diğer yandan da İbn Arabi'nin nazari tasavvufu eklenecektir; bütün bu akımların sentezi de 17. yüzyılda İran'da Molla Sadra'nın göz kamaştırıcı keşiflerinin anıtsal yapısını ortaya çıkaracaktır. Sadra'nın ifade ettiği töz-içi hareket sayesinde, varlığın hali, uçuruma düşüşünden en sonunda Vücud-ı Mutlak'a erişmek için dirilişler kat eden yolculuğuna kadar, ruhun dikey tırmanışındaki başkalaşımları haline gelir. Burada felsefe böylelikle bir nevi ruh mistiği haline gelir ve sekülerleşmenin tam aksi yönde ilerler: İmanla bilgi, dinle felsefe arasındaki ayrılmaların uzağında kalır. İran'da yoğrulduğu haliyle İslami felsefenin son sentezi, tıpkı Hint ya da Budizm felsefesi gibi, insanın selametini bir kurtarıcıya bağlama özelliğini korur.
Sokrates-öncesi düşünürlerden Heidegger'e kadar uzanan felsefenin, düşünce tarihinde, Batı-dışında bir muadili var mıdır? Cevap olumsuz. Başka varlık iklimlerinde yaşayıp dünyadaki ve düşüncedeki büyük altüst oluşları çoğu zaman gıyaben yaşamış olan bizler, nasıl düşünüyoruz? İstesek de istemesek de, dünyayı kat eden ve nefis müdafaasına girerek bir parçası olduğumuz tüm felsefi ve toplumsal söylemlerden etkilenmişizdir ve bunlar bize sirayet etmiştir. İran'da tüm alanlarda mükemmel araştırmacılarımız, şairlerimiz, yazarlarımız, âlimlerimiz ve geleneksel felsefeyle olduğu kadar farklı Batı felsefe okullarıyla da ilgilenen filozoflarımız vardır. Din adamlarının iktidarı alıp Batı kültürünün etkisini İslami kimliğimizin sözde saflığını bozabilecek açık bir saldın olarak kınamalarından beri, Batı düşüncesine olan ilgi sürekli artmıştır. Bu konudaki tartışmalar gırla gitmektedir ve bu sinsi sızmaları korkuluk gibi kullanarak dinsel bütünlüğümüzü tehdit eden tehlikelere karşı bizi tetikte olmaya çağıran çok sayıda muhafazakâr çıkmaktadır. Fakat stratosferi ışık hızıyla kat eden bu yeni fikirlere ne kadar direnmek istenirse istensin, nafile olmaktadır ve yeni bilgilere meraklı olan gençlik, İslam fıkhının didinmelerinden ziyade postmodernliğin anlaşılmaz paradokslarıyla daha fazla ilgilenir görünmektedir. Derrida, Deleuze ve Foucault çok revaçtadır; elbette Heidegger ile Habermas da. Fakat ne denirse densin tamamen başka bir tarihsel bağlamın ortaya çıkardığı fikirlerle bizim kafalarımızda olup biten arasında nasıl bağ kurulabilir? İslami kültürün yoğrulmasına bu kadar büyük katkılarda bulunmuş olmaktan gurur duyan, kafası binyıllık uygarlığıyla dolu Farslar değiliz artık; aksine bize dışarıdan gelen çeşit çeşit akımların akınına uğradık: fikirler, modalar, davranışlar, laiklik, insan haklan, bireysel özgürlük, bireyin dokunulmazlığı (habe as corpus). Nasıl ki dünyaya bakışımız artık tek-boyutlu değilse, kimliğimiz de artık homojen değil. Bunun tam bilincinde olmadan, "Batılılaştık"; kişiliğimiz o kadar çok-biçimli ve o kadar karmaşık bir hale geldi ki, gerçekleştirilmesi, özellikle de anlaşılması imkânsız bir bütünlük içinde birçok düzeyde -birbirine karıştırmaksızın- yaşamaya mahkûmuz. Negatif Diyalektik'tc, "diyalektik, özdeşlik yokluğunun kesin bilincidir,” diyen Adomo bireyin herhangi bir kolektif düzen içinde her türlü düzleşmesini reddetmek gerektiğini ve ne yaparsak yapalım çelişkileri Hegel usulü bir diyalektik alıkoyarak-aşma (Aufhebung) hareketiyle asla aşamayacağımızı bilmemiz gerektiğini ima etmektedir; aksine, eski katmanlar daima etkin kalmakta ve en beklenmedik anlarda tekrar su yüzüne çıkmaktadır.
Cari Gustav Jung yaşamöyküsünü anlatırken1bilincin müteakip evrelerinin sahnelendiği bir rüyayı zikreder. İki katlı bir evde bulunmaktadır. Üst katta, görkemli rokoko mobilyalar ve değerli tablolar bulunan oturma odası vardır. Bunun kendi evi olmasına şaşırıp, giriş katına iner. Evin bu kısmının daha eski bir havası vardır, 15. ya da belki 16. yüzyıldan kalmadır. Halihazırda evin tümünü görmek istemektedir ve mahzene götüren bir merdiven keşfeder. Harikulade bir kubbesi olan Roma devrinden kalma çok eski bir odaya varır. Döşeme taşlarıyla kaplı zemini incelerken aniden bir halkayla karşılaşır. Halkayı çeker, zemin taşı kalkar ve çok alçak bir mağaraya açılan daracık bir merdiven belirir. Orada kemikler, vazo kırıkları görür; netice itibariyle, en ilkelinden bir uygarlığın kalıntılarıdır bunlar. Aniden, yan dağılmış iki insan kafatası görür. Sonra uyanır. Jung'un bu rüyasında manidar olan, o ünlü kolektif bilinçaltı kuramını ve ilk örneklerin "mitolojik” işlevini başlığa çıkarmasıdır. Ama beni bu anlatıda özellikle ilgilendiren, bilincin müteakip evreleridir; onun deyişiyle "ruhun yapısal diyagramadır. Zira genellikle düşünülenin aksine, Jung'un rüyasında atıfta bulunduğu kalıntıların miadı dolmamış, tarihte nihai olarak unutulup gitmemişlerdir; ölü içerikler ya da "yaşamın aşınmış biçimleri" de değillerdir, aksine in sanın ruhsal dünyasının ayrılmaz parçalarıdır ve her ne kadar aşırı- modem uygarlıklarımızda uykuda ve gayet zararsız görünseler de, koşullar elverdiğinde uyanabilir ve volkan gibi püskürebilirler.
Arkaik bilinç düzeyine gerileme, 1930'larm Avrupa'sında nasyonal-sosyalizm biçiminde olduğu gibi, insanlık dışı felaketlere yol açabilir. Bin Bir Gece Masalları'nda, sihirli lambanın içinde kaldıkları müddetçe denetim altında olan, ama dalgınlıkla serbest bırakıldıklarında büyüyerek devleşip sonunda kurtarıcılarını yerle bir eden cinler misali, homo magus bilinçaltından çıkmıştır. Bastırılmaların ve simgesel yansıtmalardaki geri çekilmelerin Batı'daki kadar yoğun bir ölçekte yaşanmadığı Batı-dışı uygarlıklarda, daha eski olan o katmanlar etkin ve dinamik kalırlar; mitosların tekrar bünyeye katılma işlevini tamamen yitirmediği geleneksel kültürlerin simgesel eklemlenmeleri sayesinde de kendilerini yaygın biçimde ifade ederler.
"Yüzyıllardır aynı şiirleri okuyorsunuz ..., bunları ezberliyorsunuz, yüksek sesle okuyorsunuz, ha bire bunlara atıfta bulunuyorsunuz. Her durum için önceden tasarlanmış bir atasözünüz ya da atadan kalma taptaze dizeleriniz, her insani sefalet durumu için de mucizevi bir çareniz var. Netice itibariyle şaşkınlığa yol açan, kesinlik leri çökerten hiçbir şey, varlığın temellerini sarsan hiçbir şey yok. Ama bu zahiri sağlamlık bir karakter istikrarı mı, yoksa bir taşlaşma mı? Fikirlerdeki bu usanç verici devamlılık, bir bilgelik mi, yoksa ayinleştirilmiş bir can sıkıntısı mı? ... Gün boyunca ilahi Komedya' yı ezberden okuyan, dinsel bunaltılarına orada hazır cevaplar bulan, dünyanın sırlarındaki yüceliği oradan çıkaran bir İtalyan düşünün ... Veya neden olmasın? Bir Villon'un 'nerede o eski karlar'ıyla inlemekten başka şey bilmeyen bir Fransız; ya da aradan geçen zamanda başka şeylerin olduğunu ve Shakespeare adında bir devin çıkıp Hıristiyanlığın sabırlı bir biçimde inceden inceye şekillendirmiş olduğu bütün kesinlikleri sarstığını hesaba katmaksızın, Canterbury Hikâyelerinin onca pratik ve onca muzip zekâsıyla yetinip giden bir İngiliz.". İran’da on yıldan fazla yaşamış bir Fransız kadına söylettiğim bu sitem dolu sözler, her İranlının içinde bulunduğu iki yanlı durumu izah etmektedir. İranlı ne gerçekten geleneksel ne de adamakıllı modemdir, böyle bir iki-arada-bir-deredelik içinde yaşamaktadır. Bu dünya hem vardır hem yoktur. Bir daha asla ile henüz değil arasındadır; ilk biçimini asla tekrar bulamayacak olan ile henüz zamanını doldurmamış olan arasındadır ve düşülen bu kuyu­da yaşamaktayızdır.
Benim kırk yıldan fazladır dikkatle incelemeye çalıştığım da, bu özel durumdur. Sınırlarını bütünüyle çıkarabildim mi bilmiyorum; söyleyeceklerimin kendi dünyama olduğu kadar var oluşsal duru­muma da dokunduğunu çok iyi bilerek, onu kendi çelişkilerimden yola çıkarak tahlil ettim en azından. Ama bu iki-arada-bir-deredelik durumu sadece özel bir kültürel alanla mı sınırlıdır? Yoksa küreselleşme, sanallaştırma ve yeni küresel uygarlık nedeniyle, her birimizin nasibi haline mi gelmiştir? Her iki tarafta da kendine özgü ve birbirine indirgenemez özelliklerin olduğunu söylemeye gerek bile yok elbette.

Kültürel Şizofreni
"Her şeyden önce," der Gaston Bachelard, "sorunları yerli yerine koymayı bilmek gerekir. Ve ne denirse densin, bilimsel yaşamda sorunlar kendiliklerinden yerli yerine oturmaz. Hakiki bilimsel kafanın göstergesi de, sorunu anlama gücüdür. Bilimsel bir kafa için her bilgi bir sorunun cevabıdır. Soru olmasaydı, bilimsel bir cevap da olmazdı. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Hiçbir şey verili değildir. Her şey kuruludur.". Bilimsel bir kafaya sahip olmak aynı zamanda eleştirel ve nesnel bir kafaya da sahip olmaktır; bizi ilgilendirdiği kadarıyla Bachelard'm sözlerini de muhtemelen bu yönde yorumlamak gerekir. Zaten sorunu bu anlama gücü İranlı aydınlar tarafından nadiren hesaba katılmıştır; bu da kötü niyetten değil, yapamamalarından böyle olmuştur. Kendilerini geriye çekip soruna mesafeli bakamıyorlardı. Zira ülkemizin gençliğine rağmen, köklü bir uygarlığın torunları olan bizler çok eski kafalıyızdır. Bachelard olsa, önyargılarıyla yaşıt, derdi bizim için. Düşünmek manen gençleşmektir; "bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek" tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır. Kaldı ki bu uyumsuzluk sadece bizim dünyamıza vergi bir şey olarak da kalmamaktadır. Bunun 19. yüzyılda, derin kimliği hususunda kaygı duyan Rus insanı aklın ılık evrenselliği karşısına kendi ruhunun cömertliğini ve sıcaklığını çıkardığı vakit belirdiğini görmüştük; iki yönlü kimliğinin tüm davranış ve bilgi düzeylerinde nasıl hayret verici karşıtlıklar yarattığını biliyoruz. Berdyayev’in "Dostoyevski'nin metafizik histerisi" diye işaret ettiği şey budur tam olarak. Bu tarihsel sapmalara son derece duyarlı olan Octavio Paz, Latin Amerika'nın entelektüel olarak el den düşme mallarla yaşadığını düşünmektedir: "18. yüzyıldan beri müziğe ayak uyduramaz olduk; kimi zaman da, ’modernist' dönemde olduğu gibi, günün modası olan tek ayak üstünde dönüşlerin peşine takılmayı denedik ... Uyum sağlamadaki yeteneksizliğimiz, dosdoğru söylenirse, eşsiz eserler, müstesna diye nitelenmeyi hak eden eserler üretti. Düşünce, siyaset, kamu ahlakı ve toplumsal yaşam gibi alanlarda ise merkezden uzaklığımızın zararlı olduğu ortaya çıktı." Peki ama niçin? Çünkü, diye ekler Paz, Latin Amerika Ansiklopediyi ve eleştirel çağı kaçırmıştır: "Büyük kopma budur işte: Modem çağın başladığı yerde, bizim de ayrılığımız başlar."
Bu çok değerli Meksikalı şair ve düşünürün söyledikleri, aramızda dil ve din hususunda temel farklar olmasına rağmen biz Fars- lan da ilgilendirmektedir. Latin Amerika Batı’ya göre merkezden uzak iken, adeta yoksul akraba konumunda iken, biz başka bir takımyıldızda olabiliriz. Ama Paz’ın sözünü ettiği ünlü ayrılık konusunda aramızda şaşırtıcı benzerlikler var. Düşünce alanında ise (bazen dolambaçlı bir biçimde müstesna eserlerin üretildiği edebiyattan ve sanattan; İran sinemasından, Londra’da Sotheby’s’teki fiyatları el yakan fotoğraf ve resimlerden söz etmiyorum) müziğe ayak uydurmak gerekir, tarihteki olaylara ayak uydurmak gerekir; aksi takdirde uyumsuzluk anlayış çarpıklıklarına, sonunda da yanlış bir bilince yol açar. Uzun yıllar boyunca bu anlayış çarpıklıklarını hem siyasi söylem düzeyinde hem epistemolojik kırılmaların oluşturduğu kişisel düzeyde öne çıkarma gibi nankör bir uğraşa canla başla giriştim. Siyasi söylem hususunda, İran devrimi çok tuhaf bir olguyu açığa çıkarmıştır; belki de -modem dönemde- ilk kez bir din şiddetle zıvanadan çıkıp tarihe gürültülü bir giriş yaptığı, geri dönüşsüz bir ideolojikleşme sürecinin altından kolaylıkla kalkabildiği, sonra bağıra çağıra talep ede geldiği halde dünyanın kutsallaştırılması yerine, o dinin simgesel içeriğini boşalttığı, en sonunda da devrimci jakobenliğin en akıl dışı biçimlerini benimsediği için, bu olgunun hesaplanamayan sonuçları tam olarak değerlendirilememekteydi.
Bireysel düzeyde, başka yoklama yöntemlerine müracaat etmek, kırılmaları bilinçte aramak, kısacası mutsuz bilincimizin ıstıraplı tarihini anlatmak gerekir. Batı-dışı uygarlıklar, sanatsal ve manevi alanlardaki inanılmaz olgunluklarına rağmen, Batı düşüncesindeki depremsel dönüşümleri yaşamamıştır. Ne Rönesans'ı yaşamışlardır, ne Reform'u, ne klasik çağı, ne de modem zamanların muazzam dönüşümlerini. Bu yaşlı uygarlıklar 19. yüzyılın ortasına doğru modem zamanların kendileri için meçhul o canavarıyla yüz yüze gelme durumunda kaldıkları vakit, canavar gelişmesinin doruk noktasına varmıştı bile. Foucault'nun dikkate değer kitabı Kelimeler ve Şeyler'de dediğine göre, Analoji'nin yerini Düzen almıştı, onun yerini de sırası geldiğinde Tarih almıştır. Eski dünya uygarlıklarının, halihazırda önlerinde, bilimsel kafanın hükümran olduğu ve tarihsel boyutun, yani tarihselliğin, ahirete yönelik bakışa hükmettiği tam bir beşeri ve kesin bilimler donatımı vardı. Bu yeni bilgilerin arz ettiği manzarayı tanımak için ellerindeki tek silah, analojinin, sempatinin, insanla dünya arasında sihirli uygunlukların değişmez ilkeler olduğu klasik-öncesi episteme tipindeydi. Bundan sonra, bütün yanlış anlamaların, bütün yanılmacaların önü açıktı. İki varlık anlayışı birbirine artık uymuyordu; aksine, derinleştirilmiş bir şifre çözme çalışması, tarihsel olarak birbirinden kopmuş kültürel alanlara yerinde bir düzenleme icap ettiren fay hattı bulunuyordu ikisinin arasında. Başka deyişle, bu eski dünyalar tam olarak büyü bozumuna uğramamıştı: Gökyüzü hâlâ simgelerle kaplıydı ve ciddi bir biçimde hasara uğramış olmalarına karşın kültürel kaideler hâlâ dimdik ayaktaydı.

Evcilleştirilmiş Şizofreni
Zihinsel sıkışmaları çözmek, çoğu zaman bilinçdışı bir hareketle inşa edilmiş karma kavramları yapıbozuma uğratmak, birbirine karışmış sicilleri, yani söylem türlerini ayrıştırmak, bir nevi kültürel psikanalize girişmektir. Bilinçdışı Batılılaşma diye adlandırmış olduğum bir süreç tarafından bizden habersiz hazırlanmış olanı bilinçli kılmaktır. "Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu ikiyanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki-yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir," diye yazmıştım Yaralı Bilinç' te. Bu iki-yanlılığı zihin açıklığıyla kabullenmek için hıncın kısır döngüsünden nasıl çıkılır peki? Şahsiyet katılaşmasına varabilir bu: Kendi üzerine kapanan varlık, açılmayı inatla reddeder; bütün insanlık tarihini parantez içine alarak kendi gerici fantazmalarından başka hiçbir yerde vuku bulmamış olan bir altın çağa kavuşmak isteyen Taliban militanları ya da Selefiler gibi dışarıya kapalı bir zihinsel gettoda yaşar. Bir tür ideolojik indirgemeye de varabilir; öyle ki kendi tasavvurumuzdaki dünya söylemsel biçimiyle moderndir, fakat içeriğiyle arkaiktir. Nihayet, üçüncü ihtimal de halihazırdaki dünyaların bağdaşmazlığının bilincine varmaktan ve bunları birbirine karıştırmak yerine her kavramı kendi tarihsel bağlamına yerleştirdikten sonra kesişen aynalar oyununa girişmekten ibarettir.
Kolektif hafızanın sihirli dünyası kendini siyasi kurumların laik dünyasıyla aynı dilde ifade etmez; ümmet'in itaatkâr kulu, sitenin yasalarına saygı gösteren sorumlu yurttaşın çağdaş muadili değildir. Dolayısıyla, "her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır." Çok sayıda bilgi sicilini elde bulundurmalıyızdır. Mevlana Celaleddin Rumi (13. yüzyıl) ya da Hafız (14. yüzyıl) gibi klasik şairlerimizi okurken, manevi tefsire müracaat ederken başka bir bilgi aygıtından, bir Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız, ki bu başlı başına bir eleştiri, tahlil ve mitten arındırma çalışmasıdır. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz. Bundan yararlanabilen ve atadan kalma kompleksleri ile tabularından kurtulmuş olanlar için yadsınamaz bir avantajdır bu. Fakat biraz zihinsel akrobasi alanına giren bu yönteme müracaat edebilmek için, kendi kültürel yörüngemizden çıkabilmek, kendi metafizik koordinatlarımızla aramıza mesafe koyabilmek, bakışlardaki çakışmaları da modem kimliğimiz vasıtasıyla yoklamak gerekmektedir.
İran'da geleneksel felsefenin en büyük temsilcilerinden biri olan dostum Şeyh Seyyid Celaleddin Aştiyânî'ye, bir gün, neden eleştirel bir yaklaşımla İslami felsefenin bir tarihini yazmadığını sormuştum. Bana şöyle cevap vermişti: "Bunu yapamam, zira tam da bu felsefenin canlı örneğiyim ben." Bilgece ve birçok sonuç çıkarılabilecek bir cevap, niçin peki? Çünkü mitsel-şiirsel düşünce kendi kendini açıklayamaz. Kendi ışığıyla yaşadığından, ne kendi kendine mesafe koyabilir ne de kendini nesneleştirebilir. Tarihin alanına girdiği günden itibaren onu istese de istemese de tarihin hareketi içine sürükleyen şu karşı konulmaz gücü sorgularken kendini de sorgulayabilmelidir. İşte bunun için her sorgulama çabası, kültürel bağlamlar ve bu bağlamların ayrılığı sorununu ortaya çıkarır peşinen; her ayrılık da, daha önce ima ettiğim çok sayıda bilgi anahtarı haricinde, yanlış özdeşleştirmelerle yapıştırılmış parçaları birbirinden ayırmayı hedefleyen bir fikir sökümü gerektirir. Fakat her varlık tarzını kendi bağlamına oturtmak için modem bir anlayış gereklidir (çünkü bir tek modern kimliğimiz eleştirel yetiyle donatılmıştır); paradoksal bir biçimde "arkaik” bilinç düzeylerini açığa çıkarabilmesi ve onlara bir var oluş alanı, bir değer borsası verebilmesinden; birçok değişik işlevi görebilecek şekilde eklemlenmelerini kolaylaştırmasından; başka deyişle de farklı ontolojik düzeylerde yaşayan ve Jung’un rüyasındaki o eski ruh katmanları gibi aynı tarihsel çağda olmayan dünyaları birbirlerine bağlayabilmesindendir bu. Zira o eski tortulaşmalar, zamanı, mekânı, ölümü ve insanın nihai amacını başka başka algılamaktadır; varoluşsal açıdan yüklü, derin yankılar uyandıran heyecanlarla doludurlar, ama kamusal alanı kuşatıp modem bilincimizi tahtından indirseler, gerçeklikle bağlarını öyle bir kesip atmış olurlar ki, nevrotikleşir ve kendilerine ancak bir meczuplar tımarhanesinde yer bulabilirler.

Bütün Bilinç Hallerinin Eşzamanlılığı
Jung’un meşhur rüyasına dönelim; bilincin birbirini izleyen katmanlarını gösteriyordu, açığa vurduğu dünyalarda derine inildikçe bilinçdışının karanlıklarına dalınmış olunuyordu. Bütün bu düzeylerin, ruh jeolojisinde tortulaşmanın üst üste tabakaları olarak tezahür eden katmanlar eşzamanlılığının yatay düzlemine yatırılmış gibi bir arada var olduğunu farz edelim. Dünyamızda halihazırda olup biten biraz budur. Bunun içindir ki bu kadar, "melezleşme”den, "karma bilinç"ten, "sınır aşanlar"dan, New Age’den, yeni-paganlık- tan, bütüncül bilimden, şark öğretilerinden, karma!dan, yogadan, Budizmden ve bunlara benzer bir sürü şeyden bahsedilmektedir. Tam olarak ne olup bitmiştir? Modernliğin eleştirisi sonunda akliliğin dayandığı öncülleri yok etmiştir ve bütün oluş safhalarını kat eden modernlik, döngüsünü tamamlamıştır; öyle ki, bastırılmış olan, bilinç-dışının kulislerine sürülen her şey, bütün eski bilme tarzları, toparlanıp tekrar su yüzüne çıkmıştır. Yerlerine zamanın ruhuna daha uygunları konmuş olan bütün eski katmanlar şimdi küllerinden yeniden doğmaktadır. Eşzamanlılık art-ardalığın yerini almaktadır; cilalı taş çağından bilişime tüm geçmiş kültürler söz hakkı talep etmektedir ve ortaya çıkışları, bir arada var olma sorunlarını da gündeme getirmektedir.
Dünyadaki bu yeni topoğrafyanın ayırt edici özelliklerinden biri, parçalara ayrılmış olmasıdır. Sözcüğün geleneksel anlamıyla varlığın yerini almış olup fikirlerde, toplumsal olaylarda, davranış tarzlarında bir bakıma çimento hizmeti gören mefhum, parçalara ayrılmış ağdır, ya da çok geniş anlamda birbirine-bağlanabilirliktir. Hintli düşünür Homi Bhabha küçük aralıklı karşılaşma alanlarında, iki-arada-bir-derede (in-between spaces) yaşadığımızı düşünmektedir; bu yerler yeni kimlik göstergeleri, yeni işbirliği alanları sağlamaktadır. Fakat iki-arada-bir-deredelik, "sabit kimlikler arasında, kültürel karmalaşma olanağı yaratan küçük aralıklı bir geçiştir" ay­nı zamanda.Amerikalı çok-kültürcüler için, Los Angeles'da yaşamak zaten başlı başına, farklı bilgi bölgelerinin iç içe geçiş tecrübesidir. Her mahalle başta Latin Amerikalı, Asyalı ve Anglo-Sakson olmak üzere çok çeşitli kültürel mekânları barındırır; içinde yaşayanlar, dilsel, kültürel ve kavramsal gerçekliklerin sınır çizgilerini geçtiklerinde çeşitli var olma tarzlarıyla sürekli karşı karşıya kalırlar. Bu geçişlerin bütünü de Peter McLaren'in "kültürel muhayyile" diye adlandırdığı, karma anlamlara, giderek de melez bir bilince (mestiza consciousness) yol açan çok sayıda referans kodlarının sonucu olan bir kültürel eklemlenme alanı yaratır. Hintli feminist Talpade Mohantry'ye göre ise, melez bilinç sınırlara dair bir bilinçtir, hatta çoğu zaman birbirine karşıt fikirlerin anlaşılmasını gerektirdiği ve karşı tutuma bürünmeden bu bilgileri müzakere etme ihtiyacını ortaya koyduğu için aynı zamanda çoğul bir bilinçtir. Adeta şimdiye kadar sadece periferi insanlarını ilgilendiren sorun tüm yeryüzüne yayılmıştır, çoğul kimlikler de dünyada olma tarzımız ya da ortak alın yazımız haline gelmiştir.

Daryush Shayegan, Çev: Haldun Bayrı, Melez Bilinç, İstanbul:Metis, 2013, ss.49-60.
Batı-Dışında Nasıl Felsefe Yapılabilir? Batı-Dışında Nasıl Felsefe Yapılabilir? Reviewed by Tarih ve Felsefe on 31.12.16 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.