Marcus Aurelius

Birinci Dünya Savaşı'nın Kültürel Mirası

Walter Trier - Karte Von Europa Im Jahre 1914
İskoç kökenli bir Alman yurttaşı olan Calin Ross, 1916 yılında cephede çarpışırken şunları düşünmüştü: "Otuz kırk yıl sonra, belki de yüzyıllar sonra bu dünya savaşının tarihini yazacak bir şair çıkacak." Ross'un aklında kuşkusuz mevcut edebiyat klasikleri vardı: Troya savaşını anlatan Homeros, Napoleon'un Rusya'yı istilasını anlatan Tolstoy, belki de, 1870 yılında Fransızların uğradığı hezimeti anlatan Zola. Ross, açıkça söylemese de, şunu ima ediyordu: Tarihçilerin katkıları ne olursa olsun, savaş deneyimine ilişkin beylik sözleri aşıp derin bir anlama nüfuz eden ancak bir şair-sanatçı olabilirdi. Ayrıca yüksek bir yorumu hak eden bir olay varsa, o da Ross'un 1916'da kendini içinde bulduğu korkunç savaştı.
Ross, kökleri en azından Aristoteles'e dek uzanan büyük bir Batı geleneğine dayanıyordu. Bu gelenekte sanatçı, bir kahin; sıradan ölümlülerin göremedikleri hakikatleri sezip dile getiren bir bilge sayılıp yüceltilir. Söz konusu hakikatlere, normal gözlem ve analizle ulaşılamaz, ancak üstün sezgi ve hayal gücüyle ulaşılır. Olguların hafızalara kazınması için bir parça kurgu unsuru bulunması bir zorunluluktur. İnsanlık tarif edilemezle karşılaşınca, ampirik gözlemci ve yorumcu olarak tarihçinin pek bir faydası olmaz. Mayıs 1918'de kültür tarihçisi ve eleştirmen Egon Friedell şu tezi öne sürmüştü: Eğer bir gün bir tarihçi, devasa bir teknik aygıt yardımıyla -muazzam dipnotlarla, sonsuz kaynakçayla- Troya'nın hiçbir zaman mevcut olmadığını kanıtlasa bile, gerçek yine de sonsuza dek Homeros'un yanında olacaktı.
Ross'un da Friedell'in de değersiz sayıp bir tarafa bıraktığı tarihçi, 19. yüzyılın sosyal ve entelektüel deneyiminde kuşkusuz merkezi bir yerde bulunuyordu. Avrupa'nın sanayi ve toprak bakımından olağanüstü büyüdüğü, köprüleriyle, gemileriyle her yere gittiği o yüzyılda -Cecil Rhodes "Yayılma her şeydir." demişti- tarihçi, Avrupa'dan kaynaklanan bu emperyal yayılma hamlesine düşünsel bir düzen ve geçerlilik kazandıran bir bilge, seküler teolog haline gelmişti. Thomas Carlyle'a ve 19. yüzyıl tarihçilerinin çoğuna göre, tarihin ahlaki değeri vardı. Cariyle şöyle diyordu: Tarih, "yalnızca en uygun inceleme değildir, tek inceleme alanıdır... 'evrensel Kutsal Kitap'tır." Leopold von Ranke de dinsel analojiyi kullanmış ve zaman zaman tarihçilerden rahipler diye bahsetmiştir.
İlerleme, kazanç, başarı, büyüme-bunlar, 19. yüzyıl Avrupa burjuvazisinin temel hedefleriydi. Macauley'ler, Guizot'lar, Ranke'ler de benzer hedeflerle hareket ediyordu. Söz konusu kişiler, Avrupa orta sınıflarının kendilerine güvenlerini iyiden iyiye pekiştirmişti. Ayrıca kendi varlık sebeplerini kontrol, anlayış ve başarı olarak gören tarihçilerdi bunlar.4 İngiliz tarihçi Herbert Butterfield meslekteki ataları hakkında 1931'de şu satırları yazmıştı: "Bir tarihçinin ne dereceye kadar Protestan, ilerlemeci ve liberal, yani 19. yüzyıl centilmeninin tam bir modeli olduğunu görmek şaşırtıcıdır." G. W. Prothero, Charles Darwin'in başarısını bile tarihçilere mal ediyordu: "Evrim kuramı..." diye soruyordu 1894'te, "tarihsel yöntemin zaferinden başka nedir?" 1914 yılına gelindiğinde, Oxford'da History Honours School'da (tarih bölümünde) Literae Humaniores, yani antik klasikler bölümünden daha çok sayıda öğrenci vardı. 19. yüzyıl gerçekten saeculum historicum, yani tarih yüzyılı olmuştu.
Ağustos 1914'te savaş patlak verdiğinde, savaşta yer alan bütün ülkelerde üniversite kurumları halkın coşkusuna katılmıştı. Derslikler boşalmıştı. Oxford ve Cambridge hakkında Gilbert Murray şunları yazmıştır: "İngiltere'de savaşın gereklerine karşılık vermek için bu iki eski üniversiteden daha hızlı hareket eden, fedakarlıkları daha yoğun ve daha kalıcı olan başka bir kurum yoktur belki de." Tarihçiler vatanseverliğin ön cephesinde yer alıyordu. Krizin sebeplerini açıklamak, yurttaşlara ulusal davanın haklılığını anlatmak tarihçilerin göreviydi. Oxford'un tarih bölümü hocaları, savaşın patlak vermesinden birkaç hafta sonra Why We Are at War adlı bir bildiri bastılar. Alman üniversitelerinde tarih bölümlerinde görüşlerini dile getiren 43 kürsü sahibinden tam 35 tanesi, Almanya'nın saldırıya uğradığı için savaşa katıldığını kamu önünde ifade etmişti.
1915 yılı içinde, özellikle 1916'da savaş kilitlenip bir yıpratma mücadelesine dönüşünce ve yalnızca askeri gücün değil, aynı zamanda manevi kuvvetin, hatta medeniyetin sınandığı bir mücadele haline gelince, her yerde tarihçiler kendi ülkelerinin davalarının haklı ve meşru olduğunu gösterme yükümlülüğüyle karşı karşıya kaldılar. Bütün akademik disiplinler ve entelektüel alanlar içinde savaşa en yoğun şekilde dahil olan dal tarihti. Ne de olsa bu, tarihin esası hakkında yapılan bir savaştı. Ortega y Gasset bu noktayı çok erken bir tarihte görmüş ve şunları yazmıştı: "Tarih ta köklerinden sarsılıyor... Çünkü yeni bir gerçeklik doğmak üzere."
Savaş boyunca verilen sözler ile gerçeklik arasındaki uçurum genişledikçe, pratik ve düşünsel bütün sistem ve yapılar sorgulanmaya başladıkça, -bilgi ve insanın kendini kavrayışı için anahtar sayılan- tarihe de kimileri kuşkuyla bakmaya başladı. 19. yüzyılda tarih, tarihçilerin büyük çoğunluğu için iyimserlik ve ilerlemeyle eş anlamlıydı. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Batı uygarlığının sonunun geldiği öngörüsünde bulunan Oswald Spengler "iyimserliğin korkaklık" olduğunu ilan ediyordu. Spengler'a göre, "iyimserlik ihtiyacı esas olarak duygusal ve dekadan bir ruh halini yansıtıyordu." Gottfried Benn "tarihin çözünmesinden" bahsederken, Walter Benjamin tarihsel süreksizlik kuramını ortaya atıyordu. Benjamin, tarihi tehlike anlarında zihinde canlanıveren anılara benzetir, tarih meleğini fantasmagorik bir imgeyle gösterir: Tarihin meleğinin yüzü geçmişe dönüktür, ama şiddetli bir fırtınaya tutulduğu için kanatlarını kapatamaz, dolayısıyla arkasını dönmüş olduğu geleceğe savrulmaktadır. Benjamin'in "tarih felsefesi üzerine tezleri" şiddet imgeleriyle ve metaforlarıyla doludur: fırtınalar, patlamalar, devrimler, yıkıntılar ... Benjamin'e göre tarihçi, "tarihin sürekliliğini patlatacak kadar cesur" olmalıydı. Benjamin, Ranke'nin tarih anlayışı -geçmişi "gerçekte olduğu gibi" tasvir etme- için "19. yüzyılın en güçlü narkotiği" diyordu. 1930 yılına gelindiğinde Egon Friedell düpedüz şöyle diyordu: "Tarih mevcut değildir." Siegfried Kracauer de aynı tarzda konuşuyordu: "Gerçeklik bir kurgudur."
Bu tür bir kültürel karamsarlığın, büyük ölçüde Almanlara ait bir olgu, yenilgi ve hayal kırıklığının yarattığı bir sonuç olduğu düşüncesi uyanabilir. Ama bunun Alman olmayan pek çok ilginç varyantı vardı. Birinci Dünya Savaşı'nda çarpışmış olan Fransız şairi Drieu la Rochelle'e göre tarih bir rüyaydı: "İnsanlar hayatı bir rüyaya çevirir ve bu rüyaya tarih adını vermişlerdir."Ford Madox Ford da, siperlerde bir zaman geçirdikten sonra tarih konusunda karamsar olmuştu: "Eğer, savaştan önce, işlevi olan biri varsa, o da tarihçiydi "diye yazıyordu. O zamanlar bütün entelektüel meselelere tarihsel bir bakış açısından yaklaşılıyordu."Ama bana öyle geliyor ki, artık bu meselelerin hiçbirine yönelik bir yaklaşım yöntemimiz yok." Ford'un dörtlemesi Parade's End'in baş kahramanı Tietjens siperlerde hafızasını kaybeder. İki ünlü mizahçı Sellar ve Yeatman, 1930'da yayımlanan 1066 and All That adlı, İngiltere tarihine ilişkin mükemmel parodilerinde, farklı bir tarzda da olsa aynı amacı taşırlar, yani tarihin sürekliliğini patlatmak isterler: "Tarih düşündüğünüz şey değildir. Tarih hatırlayabildiklerinizdir. Başka bütün tarihler kendi kendilerini yok ederler." Komik tarza rağmen, burada Benjamin ' in tarihi zihinde canlanıveren anılar olarak gören anlayışın aynısıyla karşılaşmıyor muyuz? Sellar ve Yeatman, 62 bölümlük ve 123 sayfalık tarih gezintilerinin sonunda, Francis Fukuyama'dan 60 yıl önce Dünya Savaşı tarihinin bir "." ya geldiği sonucuna varırlar. Gerçekten kitaplarının son bölümüne "Tarihin Sonuna Doğru " başlığını koymuşlardır.
Friedell, Benn, Ford, Sellar ve Yeatman'ın kastettikleri şey, tabii ki, hakem olarak tarihin, amaçlı ve anlamlı bir süreç veya teleoloji olarak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra varlığını sürdüremediğiydi. Herbert Butterfield 1931 yılında, tarihin "bir tanrıça değil, dalaverelerine ve numaralarına karşı korunulması gereken bir günahkar "olduğunu yazıyordu. Paul Valery aynı yıl benzer bir biçimde konuşuyordu: "Tarih, zihnin kimyasının icat ettiği en tehlikeli üründür." Bir Fransız sendikalist lider, histoire (tarih) kelimesinin patrie (vatan) ile eş anlamlı kullanıldığının farkında olmasına rağmen açıkça şöyle diyordu: "Kalıcı bir barış sağlamak için, tarih öğretmeyi bırakın." Daha yakın bir tarihte Michel Serres, tarihin son ideoloji, ama ideolojilerin en dirençlisi olduğunu söyleyecekti.
Ranke tarihçiye kendisini saklamasını ve kaynaklarının konuşmasına fırsat vermesini öğütlüyordu; Annales okulunun kurucularından Lucien Febvre ise artık şu iddiayı öne sürüyordu: "Esasen Tarih yoktur. Sadece tarihçiler vardır." Yine Febvre'e göre, tarihçiyi doğuran geçmiş yoktu, tarihi doğuran tarihçiydi. Kadavraları, kadavralar hakkında değil, hayat hakkında bilgi edinmek için inceleyen hekim gibi, tarihçiyi de gününün isterleriyle bağıntı [relevance] yönlendirmeliydi. 1929'da başlayan "Annales projesi", tarih yazımının kazandığı o son derece etkili yeni istikamet, büyük olayların incelenmesinden uzun vadeli sosyal ve ekonomik belirleyenlerle ilgilenmeye geçiş, yenilik ihtiyacından doğmuştu. 20. yüzyıla damgasına vuran büyük otorite krizi içinde, modern biçimi Aydınlanma ve Avrupa emperyalizmi çağının çocuğu olan tarih disiplini zorlu bir serüven geçirdi. Meslekten tarihçiler bu krize karşılık vermekte gecikmişse de, kamu bilincinde ve zevkinde böyle bir gecikme söz konusu değildi. Yenilik ve değişimle çılgınca ilgilenen 20. yüzyıl şiddetli bir şekilde tarihsellik karşıtıdır. 20. yüzyılda Batı uygarlığının kendisinden duyduğu kuşkunun merkezinde tarihin bu krizi bulunmaktadır.
1914-1918 arasında yaşanan büyük savaş, kısmen bu krizin bir sonucuydu -tarihin ve aklın geçerliliğine ilişkin kuşkular, yukarıda gördüğümüz gibi, 1914'ten önce ciddi bir ivme kazanmıştı- ama boyutlarıyla, çatışma ihtiraslarıyla ve nihilist enerjisiyle savaş, bu kuşkuyu akıl almaz derecede büyüttü. Akıl, hukuk, imparatorluk ve tarihi savunanlar askeri açıdan savaşı kazandılar, ama savaşı manevi açıdan kaybettiklerini ileri süreceğim. Sonunda kaybedenler muzaffer oldu. Cicero, antik dönemde Yunanistan ile Roma arasındaki ilişki için Vincebamur a victa Graecia -bizi dize getiren, yendiğimiz Yunanistan- diyordu. Cicero, iki dünya savaşının sonucuna ve bir bütün olarak 20. yüzyıla bakarak Vincebamur a victa Germania -bizi dize getiren, yendiğimiz Almanya- da diyebilirdi pekala.
Bir yüz yıl önce değişim için pek çok baskı ve kaynak olmasına rağmen, hiçbir ülke Almanya'dan daha fazla bu değişimin içinde değildi. Tabii ki Almanya yeni bir devletti, yalnızca 1871 'de kurulmuştu. O zamandan beri nüfusu ve ekonomisi muazzam ölçüde büyümüştü. Nüfusunun çok geçmeden Fransa'nın nüfusunun iki katına çıkması tehlikesi söz konusuydu. Belli başlı endüstriyel ölçütler açısından, yeni çağın kilit inşaat malzemesinin üretiminde, yani çelik üretiminde, 1914 yılına gelindiğinde, Britanya, Fransa ve Rusya'nın toplam üretimini geride bırakmıştı. Daha da yeni sanayi kollarında -kimyasal madde, boya, elektrikli aygıt, optik alet ve makine aksamı üretiminde- dünya lideriydi. Almanya'nın işçi hareketi dünyadaki en büyük ve en iyi örgütlenmiş işçi hareketiydi. Bütün dünyadaki sosyalistler lider olarak bu harekete bakıyordu. Gençlik ve kadın hareketleri de, karşılaştırmalı bir perspektifle değerlendirildiğinde, büyük ve etkiliydi. Alternatif yaşam tarzlarını öneren, örneğin beslenme ve cinselliğe farklı bakış açıları getiren hareketler için de aynı şey geçerliydi. Eşcinselliği suç olmaktan çıkarmaya çalışan bir hareketin başında bulunan Magnus Hirschfeld, Almanya 'da hala yapılacak çok şey olmasına rağmen, İngiltere'deki Oscar Wilde skandalı gibi bir olayın bu ülkede söz konusu olamayacağını söylüyordu. Almanya'nın askeri gücü tabii ki çok ünlüydü. Almanya, 20. yüzyıla girilirken, 19. yüzyıl dünyasında pax Britannica'sının kurulmasında o kadar önemli rol oynayan İngiliz deniz gücüne meydan okumak amacıyla bir donanma inşa etmeye başlamıştı. Britanya açısından donanması, yalnızca imparatorluğun gücünün ve güvenliğinin bir aracı değildi. Britanya donanması, coğrafi gerçekliğin, ahlaki otoritenin ve tarihin de simgesiydi. O donanmaya herhangi bir meydan okuma, İngilizliğin özüne bir meydan okuma anlamına gelirdi.
Planck, Einstein, Bosch, Haber, Röntgen, Diesel... Bilim ve teknolojiye Almanya'nın katkısı, bu isimlerin gösterdiği üzere, göz kamaştırıcı düzeydeydi. Mimarlık ve tasarımda Peter Behrens ve Hans Poelzig'den Werkbund'a Almanların başarısı aynı ölçüde etkileyiciydi, öyle ki, modern tarzın Alman olmayan eleştirmenleri bu tarzı Almanya'yla özdeşleştirirlerdi. Paris'te yeni inşa edilen Theatre des Champs-Elysees'nin görece sert çizgileri için, Alphonse Gosset adlı bir mimar  1913'te şöyle demişti: "Bu tür bir inzivayı Almanların kabul etmesi belki anlaşılabilir, ama parlak ışıklara ve zarafete coşkuyla sarılan Parislilerin böyle bir şeyi kabul etmesi düşünülemez!" Benzer suçlamalar ve karşı suçlamalar modern sanat için de geçerliydi. Kübizme ve daha genel olarak sanatta temsilden uzaklaşmaya karşı olanlar, yeni deneylerden dolayı Alman etkisini ve Alman sertliğini suçluyorlardı. Ne de olsa, kübist sanatçıların Paris'te resimlerini satan başlıca kişi Alman Daniel-Heinrich Kahnweiler'di ve rue Vignon'daki galerisinde Picasso'ları ve Braque'ları gösterirken ıslıkla Wagner temaları çalma alışkanlığı vardı. Birçok çevrede eşcinselliğe de bir Alman yozlaşması olarak bakılıyor, eşcinsellik askeri eğitime Almanların aşırı vurgusunun bir sonucu sayılıyordu. Şair Stefan George'un çevresine mensup olan Friedrich Gundolf ve Friedrich Wolters bu tür kategorileştirmeden hiç rahatsızlık duymuyordu. 1912 yılında ısrarla şunu dile getiriyorlardı: "Bu ilişkilerde bir bütün olarak Alman kültürü için esas itibarıyla oluşturucu bir şey bulunmaktadır." Onların kafasındaki kültür "kahramanca aşk"a adanmış bir kültürdü.
Değişim, kendini ortaya koyma, isyan ve yenilik 20. yüzyılın ilk yıllarında gerek Alman gerçekliğinin gerekse Alman imgesinin özüydü. Almanca konuşan tarihçilerin ve filozofların da tar;hte bilimsel inceleme fikrine saldırılarda ön saflarda bulunması hiç şaşırtıcı değildir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Jacob Burckhardt ve Friedrich Nietzsche, nesnellik hakkında Arthur Schopenhauer'in daha önce dile getirdiği kuşkuları geliştirerek savundular."Bir sokak fahişesi nasıl frengiyle malulse, "demişti Schopenhauer, "tarih musa'sı Clio da öyle yalanlara batmıştır." Burckhardt da aynı fikri daha yumuşak bir dille ifade ediyordu: Tarihsel anlatılar "yalnızca bizim yansılarımızdır." 1870'de ise şunları yazmıştır: "Eğer kalıcı bir şey yaratılacaksa, bu ancak gerçek şiirin olağanüstü güçlü etkisi yoluyla olabilir."Peki tarihin rolü neydi?" Gayet açık: İnsanları mümkün olduğunca yoğun bir şekilde eğlendirmek." Nietzsche de aynı görüşteydi: Tarihçiler temelsiz bağlantılar kurmayı ve vaaz vermeyi bırakırsa, tarih gerçek bir anlam kazanabilirdi.
Ampirizme ve nesnelliğe bu saldırı Julius Langbehn ve Alman uyruğuna geçen eksantrik bir İngiliz olan Houston Stewart Chamberlain gibi kişilerce popülerleştirildi. Chamberlain'e göre tarihçiler arasında herhangi bir nesnellik iddiası "akademik barbarlık "tı (wissenschaftliche Bildungsbarbarei); tarih şiir olmalıydı·; tarih sanat olmalıydı. Kayzer il. Wilhelm, Chamberlain'in ateşli bir okuruydu. Adolf Hitler de.
Aslında Almanya'nın 20. yüzyıl başında dünyadaki entelektüel etkisi çok çarpıcı düzeydeydi. "İyi kitaplar," diye yazıyordu İngiliz tarihçi Sir John Seeley, "çoğunlukla Almanca olur." Bütün dünyada yükseköğrenim kurumları yapılarını ve organizasyonlarını Alman üniversite modeline göre şekillendiriyordu.
1875'te Rusya'daki profesörlerin yüzde 83'ü lisans derecelerini Almanya'da almıştı. 1895'te ABD'deki tarihçilerin yarısı eğitimlerinin bir bölümünü Almanya'da almıştı. 1907'ye gelindiğinde Almanya'nın askeri ve politik liderleri ülkelerinin askeri açıdan olduğu kadar kültürel yönden de boğmayı hedefleyen düşman bir ittifak sistemi tarafından "kuşatıldığını" iddia ediyordu, ama Almanya'nın ülke dışındaki entelektüel etkisi bu tür iddiaları bütünüyle çürütüyordu. Kayzerin Almanya için politik olarak güneşin altında istediği yer, aslında entelektüel açıdan uluslararası ünüyle elde edilmişti."Uluslar arasında güç ve zenginlik açısından bazı parvenu'ler [sonradan görmeler] olmuştur, "diye yazıyordu İtalyan gazeteci ve tarihçi Guglielmo Ferrero 1914'te Almanya'nın dünyadaki konumu hakkında, "ama bugüne kadar medeniyetin parvenu'sü görülmemiştir. Bir halk yirmi otuz yıl içinde, herkese, hatta eski ustalarına ders verebilecek hale geldi. Çağımız bu olağanüstü fenomene tanıklık ediyor."
1914 yılı Ağustos ayı başlarında başla yan silahlı çatışma belirli politik ve askeri düşüncelere bir cevaptı. Ama en geniş anlamıyla savaş "Alman sorunu"ndan doğmuştu: Mesele, Almanya'yla ve bu ülkenin temsil ettiği coşku ve çalkantıyla nasıl baş edileceğiydi. Çıkan savaş, Almanlar tarafından bir Befreiungskrieg, yani bir kurtuluş savaşı olarak yorumlanıyordu: Potansiyeli, içgüdüyü ve ruhu özgür kılacak bir savaş; yıpranmış tarih anlayışlarından kopma savaşı. Ağustos 1914'te Aachen'de bir kafede bir Alman bilim adamı Amerikalı gazeteci Irvin Cobb'a şöyle diyordu: "Biz Almanlar, okyanusun bu yakasındaki en çalışkan, en azimli, en eğitimli ırkız." Burada "okyanusun bu yakasındaki "derken, tabii ki diplomatik bir tavırla konuşuyordu. Şöyle devam ediyordu bu bilim adamı: "Rusya gericiliği temsil ediyor, İngiltere bencilliği ve sadakatsizliği, Fransa da dekadansı. Almanya ise ilerlemeyi temsil ediyor... Bu savaştan sonra -eğer biz Almanlar kazanırsak- bir başka küresel savaş asla olmaz." Fransızlar ve İngilizler için savaş, geleneği, hukuku ve imparatorluğu korumaya yönelik bir mücadeleyi temsil ediyordu. Onlar açısından savaş, Almanya'nın temsil ettiği "modern "in teknik yönden parlak, ama ahlaki yönden anarşik saldırısına karşı sınırları, kuralları ve tanımları olan bir dünyayı korumaya çalışmak demekti. Almanya'nın, sınır bilmeyen bir ülke olduğu, doğal sınırları da, coğrafi ve manevi sınırları da olmayan bir ülke olduğu iddia ediliyordu. Savaşın hızla ve kesin olarak sona erdirilememesi, modernle ilişkilendirilen eğilimlerin ivme kazanmasına yol açtı.  Savaş uzayıp gittikçe, can kaybı çığ gibi büyüdükçe, bütün enerjileri tüketen mücadele devam ettikçe, bütün düzeylerde otoritenin altı oyuluyordu - en yüksek düzeyde, o güne kadar tasavvur edildiği şekliyle Batı medeniyetinin otoritesi de buna dahildi. O medeniyet, diye bağırıyordu Ezra Pound, dişi dökülmüş ihtiyar orospuydu. Altmış milyon kişinin seferber edildiği, her altı kişiden birinin öldüğü ve her üç kişiden birinin sakatlandığı o savaşın ardından, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Savaş öncesi uyumlar bıktırasıya tekrarlansa da inandırıcı görünmüyordu. Bağlantılar kaybolmuştu. Anlam, büyük bir top mermisi gibi patlayıp sonsuz parçaya ayrılmıştı. Dada artık ısrarla şu noktayı öne sürüyordu: Saçma anlamdan çok daha rasyoneldi. Kısacası tarih saçmaydı. Savaştan sağ çıkanların birçoğunun bacağı ya da kolu kopmuştu, yıkıntılar içten içe yanarken, onlar da yo-yo'yla -kolsuz bacaksız kalmış 20. yüzyıla gayet uygun düşen o büyük oyuncak- oynuyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı'nı sürmesini sağlayan faktör, tabii ki, uğrunda dövüşülen değerlerdi, yani görev, onur, fedakarlık ve adanmışlıktı. Otorite sarsıldıkça, bu değerler de sarsılıyordu. Sonunda birçok kişi açısından, anlamın ötesinde, yorumun ötesinde yalnızca kişisel deneyimler önemliydi. Asker, avangard sanatçının dengi haline gelmişti. Her ikisi de dışarıda bırakılmıştı. Colin Ross'un cephe deneyimi anıları Wir draussen ( "Biz Dışarıdakiler ") başlığını taşıyordu. Hem asker hem d e sanatçı, olasılık v e saygınlığın sınırındaydı, cephedeydi. Onların mücadelesi, Apollinaire'in işaret ettiği üzere, sınır savaşıydı. Gerek askerin gerekse sanatçının görevi kimseye ait olmayan topraklara girmek, ölümcül tehlikelerle dolu bu araziyi geçmek ve karşı tarafta zafere ulaşmaktı."Burada iş yalnızca kuvvetin ötesine geçiyor," diye yazıyordu genç bir Alman asker cepheden."Burada imkansız mümkün hale getiriliyor." İktisat tarihçisi R. H. Tawney aynı şeyi farklı bir şekilde söylüyordu: Dünya Savaşı'nın ileri hatlardaki askerini "Tanrı'nın suretini parçalayan yaramaz bir maymuna" benzetiyordu. Bu süreçte savaş avangardın içgüdülerini demokratikleştirdi.
Savaşı yaşayan birçok kişi için, ama özellikle savaş sırasında veya hemen sonrasında olgunluğa erişen kuşak için, savaş Kasım 1918'de sona ermemişti. Kasım 1918'de 16 yaşında olan Ernst von Salomon savaşmaya devam etmek için bir Hamburg Freikorps'a katıldı ve Doğu Baltık'a gitti. Peki ne için savaşacaktı? Baltık Almanlarını, Töton Şövalyeleri'nin torunlarını Bolşeviklere karşı korumak için mi? Bölgedeki milliyetçilere, özellikle Letonlar ve Estonlara karşı mı? Amaç her zaman bulanıktı. Asıl önemli olan şey isyankarlık ve tecrübeydi. Burada, yine coğrafi ve psikolojik anlamda sınırda, "burjuva normlarının dünyasından ayrılmıştık." diye yazıyordu Salomon. "Bağlar kopmuştu ve serbesttik." Macera esastı. Geleneksel açıdan bakıldığında durumun ne denli saçma olduğunu, Salomon'un üstü olan subay, askerlerine yaptığı bir konuşmada ifade ediyordu: "Biz teorik olarak Alman askeri olmayan Alman askerleriyiz ve teorik olarak Alman şehri olmayan bir Alman şehrini savunuyoruz. İleride Letonlar, Estonlar, İngilizler ve Bolşevikler var -sırası gelmişken söyleyeyim, bütün bunlar arasında en çok Bolşeviklerden hoşlanıyorum- daha güneyde Lehler ve Çekler var, sonra - yahu, benim bildiğim kadar iyi biliyorsunuz siz de ... Bana vereceğin bir cigara var mı delikanlı?"
 "Sırası gelmişken söyleyeyim, bütün bunlar arasında en çok Bolşeviklerden hoşlanıyorum." Freikorps subayı böyle diyordu. Freikorps ile Bolşevikler ... Şiddet fantezileriyle oluşan, ayrıca iki tarafın da hiç esir almamasıyla oluşan bir kardeşlik. Bu, kuşkusuz, hayal kırıklığına uğramışların ve mağdurların kardeşliğiydi, ama aynı zamanda en önemli değeri mücadele olarak gören nihilistlerin kardeşliğiydi. Thomas Mann'dan sonra en popüler modern Alman yazarı olan Ernst Jünger için de Prusyacılık ve Bolşeviklik birbirine çok benziyordu.
 "Une armee de bandits!" [Haydutlar ordusu!] Fransa'nın Riga'daki askeri ataşesi Freikorps kalabalığını böyle niteliyordu. Haydutlar mı ? Eşkıyalar mı ? Belki, ama bu haydutlar 20. yüzyılda kahraman olmanın garip bir yolunu bulmuştu. Yine tanımlar ve sınırlar bulanıklaşır. Burada esas nokta, Nazi Hitler ile Bolşevik Stalin'in 1939'da imzalayacakları pakt için kültürel bir bağlam bulunduğudur. Stalin paktın kanla imzalandığını söylemiştir.
"Sözcükler ... kayıp gidiyor, ölüyor / Belirsizlikle çürüyor / Yerinde durmuyor," diye yazmıştı T. S. Eliot "Burnt Norton"da. Eğer sözcükler yerinde durmuyorsa, sınırlar, ideolojiler, antlaşmalar, anayasalar ve tarih nasıl yerinde durabilir? "Zamanımızın durumu," demişti W. H. Auden 1940 yılı "Yeni Yıl Mektubu"nda, "şaşırtıcı bir suç gibi bizi sarıyor."
Marinetti, d'Annunzio, Salomon, özellikle Ernst Jünger gibi kişiler, bu şiddetli patlama deneyimini estetize edecekti. Olay, sansasyonel an ve sürpriz... Bunların her biri ahlaktan, amaçtan ve süreç olarak tarihten üstündü.
Doğal olarak pek az asker veya sivil savaş sırasında dilin ve iktidarın uğradığı "yapıbozumu" dile getirebilirdi. Ayrıca kültürel ve sosyal bir fenomen olarak "büyü bozumu" esas itibarıyla savaş sonrasında kendini gösterecekti. Ama savaş deneyimi daha sonra yeşerecek kuşku tohumlarını ekmişti. İki dünya savaşı arası dönemde Emmanuel Beri "II fait beau, allons au cimetiere" ["Hava güzel, mezarlığa gidelim "] diye yazmıştı.
Savaş, modern ruh hallerinde derin bir altüst oluş yarattı. Savaş öncesi avangardın deneyselliği de öfke, hayal kırıklığı ve istihzadan önemli ölçüde besleniyordu, ama yeni sanat dininde olağanüstü bir iyimserlik ve başkaldırı [titanism] çok ağır basıyordu. Savaş ve ardından gelen politik ve ekonomik artçı sarsıntılar bütün bunları değiştirdi. Umudun yerini umutsuzluk, doğruluğun yerini hınç aldı. H. M. Tomlinson savaştan sonra her yerde "artık hiç geçmeyecek bir gölge ülkesinin hayaletlerini " görüyordu."Siper, dikenli tel ve çamur, zihnimize kalıcı bir şekilde kazınmış," diyordu. Paul Fussell, ondan birkaç yıl önce, The Great War and Modern Memory adlı dikkat çekici kitabında şu satırları yazıyordu: "Sonsuz, amaçsız, ödülsüz ve anlamsız o endişe çağdaş yaşamın dokusuna işlemiş." Olağanüstü hal sürekli duruma dönüşmüştü. Bu tersine dönmüş dünyada antikahraman kahraman haline gelmişti, mağdur da lider. Frederick Karl'ın işaret ettiği üzere, Franz Kafka "temsil edici kişi" haline gelmişti ve hepimiz de Kafka'nın Dava romanının başkişisi Joseph K.'ya dönüşmüştük - niçin tutuklandığın ı bilmeyen, yine de suçluluk hisseden Joscph K.'ya. Küçük serseri Charlie Chaplin bizi bitmez tükenmez yollara götürüyordu. Sonunda Adolf Hitler -hizmetçisinin söylediğine göre, masallardaki kötü kalpli kraliçe gibi aynanın önünde dikilip kendisinin bir Führer'e benzeyip benzemediğini sorma alışkanlığı olan Adolf Hitler- Führer oldu. 1930'da Carroll Carstairs, A Generation Missing adlı kitabını şu sözlerle bitiriyordu: "Bezgin bir dünya bu ve Paris'ten bana gönderilen böğürtlen reçeli de tamamen bitti."
Saygınlığa, öngörülebilirliğe ve kahramanlara dayalı bir Victoria dünyasının yerini birkaç yıl içinde bir deneyim, sürpriz ve mağdurlar kültürü almıştı. Kurbanlar fail olmuş; dışlananlar kabul görenlere dönüşmüştü. Savaştan önceki Almanya'nın temsil ettiği ve açığa çıkardığı kuvvetler -yeni gelenin enerjisi ve manevi hamlesi, dışarıda bırakılanın hıncı- egemen sesler haline gelmişti. Stalin veya Hitler şöyle dursun, Lenin'in de, Mussolini'nin de Birinci Dünya Savaşı arka planı olmadan hiçbir politik başarı şansı olmazdı. 1920'lerin Sonnenkinder'i [güneş çocukları], W. H. Auden, Christopher Isherwood ve Stephen Spender gibi kişiler Fransa'dan çok daha fazla Almanya'yla ilgileniyordu. Babalarının tersine Paris'e gitmiyorlardı, ama annelerini hayal kırıklığına uğratma pahasına Berlin'e ve Hamburg'a gidiyorlar, işçi sınıfından sevgililer buluyor ve Lionel Trilling'in daha sonraları "muhalif kültürü" adını vereceği ortamda eğleniyorlardı. Richard Cobb, iki dünya savaşı arasında geçirdiği gençlik dönemine ilişkin şunları yazacaktı: "Okulda, çocuklar için yazılmış kitaplarda savaşı bizim kazandığımız bize o kadar çok hatırlatılıyordu ki, okul arkadaşlarım ve ben savaşı kaybedenleri merak etmeye başladığımızı gördük. Kaybetmek, kazanmaktan çok daha orijinal ve ilham verici görünüyordu."
20. yüzyılın büyük ahlaki meseleleri -ki bu meseleler de yüzyılın en heyecan verici kültürel girişimini uyandırmıştır- kaybedenler veya bel ki suçluluk duygusuyla dolu muzafferler tarafından ortaya konmuştur. Kaybetmek paradoksal bir biçimde kazanmak anlamına geliyordu. Vincebamur a victa Germania.
1916'da, yani Birinci Dünya Savaşının ortasında Ernst Troeltsch, Almanya'nın başlıca tarih dergisi Zeitschrift'de insanlık tarihinin birliğine ilişkin herhangi bir anlayışın savunulmasının imkansız olduğunu kabul ettiği bir makale yayımladı. Tek bir tarih yerine çeşitli tarihler vardı. Yazının sonunda çarpıcı bir değerlendirme yapıyordu: Bu farklı tarihler birbirini mutlaka anlayacak diye bir şey söz konusu değildi. Çağımıza tam anlamıyla damgasını vurmuş olan Martin Heidegger, 1920'lerde benzer tezleri ileri sürüyordu. Tarih yoktur, yalnızca tarihler vardır. Postkolonyal, postmodernist ve kimilerinin ileri sürebileceği gibi tarih sonrası dönemde tarihe yaklaşımımız, bana öyle geliyor ki, bu analizi geçerli kılmıştır. Süreç içinde tarih, 19. yüzyılın büyük bir kısmında olduğu gibi umut ve güvenin ifadesi olmaktan çıkmış, en olumlu bakışla tevazu ve saygı kaynağına dönüşmüştür. Yüzyılımızın başına gelen bütün felaketlere rağmen, bence gelişme olumlu yönde olmuştur.

Modris Exteins, Çev: Tansel Demirel, Ed:Jay Winter-Geoffrey Parker-Mary R. Habeck, "Birinci Dünya Savaşı'nın Kültürel Mirası", 1. Dünya Savaşı ve 20. Yüzyıl, İstanbul:İş Bankası, 2012, ss.297-310.
Birinci Dünya Savaşı'nın Kültürel Mirası Birinci Dünya Savaşı'nın Kültürel Mirası Reviewed by Tarih ve Felsefe on 9.1.17 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.