Marcus Aurelius

Liberalizm ve Demokrasi: Düşman Kardeşler?

Jon McNaughton - Liberalism is a Disease
Liberalizm de demokrasi de sünger terimlerdir. Her ikisinin de çoğunlukla birbiriyle çelişen birçok tanımı yapılmıştır. Üstelik, modern siyaset söyleminde ilk kez kullanılmaya başladıkları on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından beri bu iki terim arasında ikircikli bir ilişki olmuştur. Bazı kullanımlarda, özdeşmiş gibi, en azından çok büyük ölçüde çakışıyormuş gibi görünmüşlerdir. Başka kullanımlarda ise, birbirlerine neredeyse taban tabana zıt görülmüşlerdir. Ben bunların aslında fréres ennemis, düşman kardeşler, olduklarını ileri süreceğim. Bir anlamda aynı aileye mensup olmuşlar, ama çok farklı yönlerde giden itkileri temsil etmişlerdir. Deyim yerindeyse, kardeşler arası rekabet çok yoğun olmuştur. Daha da ileri gideceğim. Bugün bu iki yönelim ya da kavram ya da değer arasında makul bir ilişki kurmanın siyasetin esas görevlerinden biri olduğunu, yirmi birinci yüzyılın çok sert geçeceğini düşündüğüm toplumsal çatışmalarını olumlu bir biçimde çözmenin ön koşulu olduğunu söyleyeceğim. Bu tanımlarla ilgili bir sorun değil, her şeyden toplumsal seçimlerle ilgili bir sorundur.
Her iki kavram da modern dünya sistemine verilen tepkileri, birbirinden hayli farklı tepkileri temsil eder. Modern dünya sistemi kapitalist bir dünya ekonomisidir. Kesintisiz sermaye birikiminin önceliğine dayanır. Böyle bir sistem zorunlu olarak hem ekonomik hem de toplumsal açıdan eşitsizlikçi, hatta kutuplaştırıcıdır. Aynı zamanda, birikim üzerindeki vurgunun kendisinin son derece eşitleyici bir etkisi de vardır. Hısımlık yoluyla elde edilen bütün ölçütler de dahil olmak üzere, başka her türlü ölçütten yola çıkarak ulaşılan ya da korunan her türlü statüyü sorgular. Hiyerarşi ile eşitlik arasındaki, kapitalizmin mantığına sinmiş bu ideolojik çelişki, en baştan beri, bu sistem içinde imtiyazlara sahip olan herkes için açmazlar yaratmıştır.
Gelin bu açmaza, kapitalist dünya ekonomisinin asli aktörü olan ve bazen burjuva da denilen girişimci açısından bakalım. Girişimci sermaye biriktirmeye çalışır. Bunu yapmak için, dünya piyasası içinden geçerek hareket eder, yalnızca piyasa vasıtasıyla değil. Başarılı girişimciler, piyasada gerçekten ciddi kârlar etmenin tek yolu olan göreli sektörel tekeller yaratmak ve bunları korumak için zorunlu olarak devlet mekanizmasının yardımına muhtaçtırlar.
Girişimci bir kez ciddi miktarda sermaye biriktirdikten sonra, onu korumak konusunda endişelenmeye başlar tabii ki piyasanın kaprislerine karşı korumak için, ama aynı zamanda başkalarının onu çalma, müsadere etme ya da vergilendirme çabalarına karşı korumak için de. Ama sorunları bununla da kalmaz. Aynı zamanda biriktirdiği sermayeyi mirasçılarına aktarmak konusunda da endişelenmesi gerekir. Bu ekonomik bir zorunluluk değil, daha çok sosyo-psikolojik bir zorunluluktur, ama ciddi ekonomik sonuçları olan bir zorunluluk. Sermayenin mirasçılara bırakılmasını garanti altına alma ihtiyacı, öncelikle (piyasayı devlete karşı koruma meselesi olarak ele alınabilecek) bir vergilendirme meselesi değil, mirasçıların girişimci olarak sahip oldukları ehliyet meselesidir (bu da piyasının verasetin düşmanı haline gelmesi demektir). Uzun vadede, ehliyetsiz varislerin sermaye miras alıp korumalarını
garanti etmenin tek yolu, sermayeyi yenileyen kaynağı kârlardan rantlara dönüştürmektir. Ama bu sosyo-psikolojik ihtiyacı karşılasa bile, girişimcinin birikiminin, piyasadaki ehliyet demek olan toplumsal meşruiyetini tahrip eder. Bu da sürekli bir siyasi açmaz yaratır.
Şimdi, aynı soruna bir de işçi sınıfları açısından, yani ciddi bir biçimde sermaye biriktirebilecek konumda olmayanlar açısından bakalım. Kapitalizmde üretim güçlerinin gelişimi, bildiğimiz gibi, muazzam bir artış gösteren sanayileşmeye, kentleşmeye ve servet ile yüksek ücretli istihdamın coğrafi olarak yoğunlaşmasına yol açar. Burada bunun neden böyle olduğuyla ya da nasıl gerçekleştiğiyle değil, sadece siyasi sonuçlarıyla ilgileniyoruz. Zaman içinde ve özellikle çekirdek ya da "daha gelişmiş" ülkelerde, bu süreç orta tabakaların ve yüksek ücretli çalışanların yüzdesinin artmasıyla birlikte, devlet düzeyindeki tabakalaşma deseninin yeni bir şekillenmeye bürünmesine ve dolayısıyla bu insanların siyasi güçlerinin artmasına yol açar. Fransız Devrimi'nin ve ondan sonra gelen Napolyon döneminin birincil jeopolitik sonucu, ulusal egemenliğin "halk"ta olduğu savı yoluyla bu tür insanların siyasi taleplerini meşrulaştırmak olmuştu. Halk egemenliği piyasa birikiminin varsayımsal eşitlikçiliği ile muhtemelen bağdaşmasına rağmen, rantiye gelir kaynaklan yaratmaya yönelik her türlü çabaya kesinlikle aykırıydı.
Piyasa meşruiyeti ideolojisini rantiye geliri yaratmaya yönelik sosyo-psikolojik ihtiyaçla uzlaştırmak, her zaman, girişimcilerin değişmez konuşma konularından biri olmuştur. Liberallerin çelişkili dili bunun sonuçlarından biridir. Son iki yüzyılda "liberalizm" ile "demokrasi" arasındaki ikircikli ilişkinin sahnesini hazırlayan da, işte liberalizmin dille yaptığı bu tür hokkabazlıklardır. Liberalizm ile demokrasinin on dokuzuncu yüzyılın birinci yarısında ilk kez yaygın bir biçimde kullanılan siyasi terimler olmaya başladıkları sırada, temel siyasi ayrım muhafazakârlar ile liberaller arasında, düzen partisiyle ile hareket partisi arasındaydı. Muhafazakârlar Fransız Devrimi'nin bütün tezahürlerine Jirondenlere, Jakobenlere, Napolyonculara temelden karşı olanlardı. Liberaller ise Fransız Devrimi'ni, en azından, İngiltere'de parlamenter hükümetin evrimleşmesine benzer bir şey olduğuna inanılan Jironden versiyonunu olumlu bir şey olarak görenlerdi. Fransız Devrimi'ne ilişkin bu olumlu görüş, başlangıçta 1815'te Napolyon'un yenilgisinin ardından ihtiyatlı bir biçime büründüyse de, yıllar geçtikçe daha cüretli bir hal aldı.
1815 ile 1848 arasındaki yıllarda, muhafazakârlarla liberallere ek olarak, kendilerine bazen demokratlar, çoğunlukla cumhuriyetçiler, bazen radikaller, hatta ara sıra da sosyalistler denen insanlar da vardı. Ancak bu insanlar, liberallerin küçük bir sol eklentisinden öte bir şeyi tem sil etmiyorlar, bazen liberalizmin canlı unsurları rolünü oynuyor, çoğu zamansa liberallerin ana gövdesini oluşturan insanlar tarafından mahcubiyet kaynağı olarak görülüyorlardı. Bu sol eklentinin, tam anlamıyla serpilmiş, bağımsız bir ideolojik hamle şeklinde ortaya çıkması ancak daha sonraları mümkün oldu ve bu noktada genellikle sosyalist adını aldılar. 1848'den sonra, ideolojik ufuk sabitlendi; on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların siyasi hayatının çerçevesini oluşturmuş olan ideolojiler üçlüsüne ulaşmıştık: Muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm/radikalizm (başka bir deyişle, sağ, merkez ve sol). 1848'den sonra liberalizmin ideolojik bir kurgu olarak rakipleri üzerinde nasıl ve neden üstünlük kurduğu, kendi etrafında modern dünya sisteminin jeokültürü olarak takdis edilen bir mutabakat yarattığı ve bu süreçte hem muhafazakârlığı hem de sosyalizmi kendi tezahürlerine dönüştürdüğü hakkındaki savlarımı burada tekrarlamayacağım. Bu mutabakatın 1968'e kadar sağlam kaldığı, ama bu tarihte bir kez daha sorgulanarak hem muhafazakârlığın hem de radikalizmin tekrar ayrı ideolojiler olarak ortaya çıkmalarını sağladığı şeklindeki savı da tekrar etmeyeceğim.
Bence bu tartışmanın amaçları açısından can alıcı önem taşıyan şey, 1848'den sonra liberallerin asıl kaygısının Ancien Régime'e karşı savlar geliştirmekten çıkmış olduğunu anlamaktır. Asıl kaygıları, daha çok, siyasi yelpazenin diğer ucuna yerleşmeye başladı: Artan demokrasi talebine nasıl karşı durulacağıydı artık asıl kaygıları. 1848 devrimleri, ilk defa olarak, militan bir sol kuvvetin sahip olabileceği gücü ve çekirdek bölgelerde gerçek bir toplumsal hareketin, daha çevre konumundaki bölgelerde ise ulusal kurtuluş hareketlerinin başladığını gösteriyordu. Bu ayaklanmanın gücü merkezci liberaller için ürkütücü boyutlardaydı ve 1848 devrimlerinin hepsi tavsamış ya da bastırılmış olmasına rağmen, liberaller tehlikeli sınıfların (onlara göre) fazla radikal olan sistem karşıtı taleplerinin cerbezesini azaltmaya kararlıydılar.
Karşı çabalan üç biçime büründü. Birincisi, sonraki yarım yüzyıl içinde söz konusu talepleri durumu sakinleştirecek ölçüde karşılayacağını düşündükleri bir "ödünler" programı geliştirdiler; ama durum, verilecek ödünlerin sistemin temel yapısını tehdit etmemesini sağlayacak bir biçimde sakinleştirilecekti. İkincisi, solla yaptıkları fiili siyasi koalisyonu (bu koalisyon, solun küçük göründüğü ve liberallerin asıl hasımlarının muhafazakârlar olduğunu düşündükleri 1815-48 döneminde yapılmıştı) bırakarak, açık açık, sol nerede ve ne zaman tehdit edici bir hal alsa orada ve o zaman sağla siyasi koalisyon kurmaya başladılar. Üçüncü olarak da liberalizmi demokrasiden incelikli bir biçimde ayırt eden bir söylem geliştirdiler.
Ödünler programı -genel oy hakkı, refah devletinin başlan, bütünleştirici bir ırkçı milliyetçilik Avrupa ve Kuzey Amerika'da muhteşem başarılar kazandı ve kapitalist sistemin, en azından son yirmi, yirmi beş yıl öncesine kadar yaşadığı bütün fırtınaları atlatma konusundaki o yeteneğinin temelini attı. İkinci önlemi almak, yani sağla siyasi koalisyon kurmak daha da kolay oldu, çünkü 1848'den sağ da benzer bir sonuç çıkarmıştı. "Aydınlanmış muhafazakârlık" sağ siyasetin egemen versiyonu haline geldi ki bu da esasında liberalizmin bir tezahüründen başka bir şey olmadığı için, formel iktidarın, reel siyasetleri merkeziyetçi bir mutabakat etrafında dönen ve hiçbir zaman iki yönde de uçlara savrulmayan partiler arasında düzenli olarak gidip geldiği türden parlamenter hayat biçiminin önünde artık gerçek bir engel kalmamıştı.
Üçüncü taktik, yani söylem bazı sorunlar yarattı. Bunun nedeni de liberallerin yardan da serden de vazgeçmek istememeleriydi. Liberalizmi demokrasiden ayırt etmek istiyorlardı, ama aynı zamanda demokrasi temasını, hatta demokrasi teriminin kendisini bütünleştirici bir güç olarak sahiplenmek de istiyorlardı. Bu tartışmada söz konusu söylem ve yarattığı sorunlar üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.
Sık sık belirtildiği gibi liberalizm, analizine, toplumsal eylemin birincil öznesi olarak gördüğü bireyden başlar. Liberal metafor, dünyanın, ortak iyiye ulaşmak için ortak bağlar kurmak amacıyla bir anlaşma (toplumsal sözleşme) içine girmiş olan birçok bağımsız bireyden oluştuğu şeklindedir. Aynı zamanda bu anlaşmayı gayet sınırlı bir anlaşma olarak resmetmişlerdir. Bu vurgunun nereden kaynaklandığı açıktır. Liberalizmin kökenleri, liberallerin "ehliyet sahibi" olarak tanımladıkları kişileri, esasen onlar kadar ehil olmayan insanların elinde olduğunu düşündükleri kurumların (kilisenin, monarşilerin ve aristokrasinin ve dolayısıyla devletin) keyfi denetiminden kurtarma girişiminde yatıyordu. Sınırlı bir toplumsal sözleşme kavramı, tam da, ehliyet sahiplerinin bu varsayımsal kurtuluşunun gerekçesini sağlıyordu.
Bu durum, Fransız Devrimi'yle özdeşleştirilen "la carriere ouverte aux talents" gibi geleneksel sloganları açıklar kuşkusuz. Asıl mesajı, "açık" sözcüğünün "yetenek" sözcüğüyle birleştirilmesi veriyordu. Gel gelelim, bu gayet açık dil kısa bir sürede, "halk egemenliğinden dem vuran daha muğlak, daha akışkan bir dile kaydı. Fransız Devrimi'nin ardından geniş bir meşruiyete kavuşmuş olan bu tabirin sorunu, "halk"ın, sınırlarının saptanması "yetenekli insanlar"dan çok daha zor olan bir grup olmasıdır. Yetenekli insanlar mantıksal sınırları olan ölçülebilir bir grup oluştururlar. Tek yapmamız gereken, ister makul olsun ister düzmece, yeteneğin belli işaretleri üzerinde karar vermektir, ondan sonra bu insanların kimler olduğunu belirleyebiliriz. Ama "halkı" kimlerin oluşturduğu, gerçekten de bir ölçüm meselesi değildir; kamusal, kolektif tanım meselesidir; yani siyasi bir karardır ve öyle olduğu da kabul edilir. Eğer "halk"ı gerçekten herkes olarak tanımlamaya hazır olmuş olsaydık, sorun olmazdı tabii ki. Ama siyasi bir kavram olarak "halk" öncelikle, bir devlet içindeki halklara atıfta bulunmak için kullanılır ve böylelikle tartışmaya açık hale gelir. Şurası açıktır ki neredeyse hiç kimse, "halk"ın herkes olduğunu, yani gerçekten herkesin bütün siyasi haklara sahip olduğunu söylemeye hazır durumda değildi, hâlâ da değildir. Üzerinde büyük ölçüde anlaşılan bazı istisnalar vardır: Çocuklar "halk"a dahil değildir, deliler değil, suçlular değil, yabancı ziyaretçiler değil bütün bu istisnalar neredeyse herkese şu ya da bu ölçüde makul görünür. Ne var ki bu listeye başka istisnaların da -göçmenler değil, mülksüzler değil, yoksullar değil, cahiller değil, kadınlar değil- eklenmesi, birçok kişiye, özellikle de kendileri göçmen, mülksüz, yoksul, cahil ya da kadın olmayanlara aynı ölçüde makul görünmüştür. "Halk"ın kim olduğu sorunu, bugüne kadar her yerde sürekli ve çok önemli bir ihtilaf konusu oluşturmuştur.
Son iki yüz yıl boyunca dünyanın her yerinde, hakları olmayanlar ya da başkalarından daha az hakkı olanlar kapıyı sürekli vurmakta, zorla itip açmakta, her zaman daha fazla şey istemektedirler. İçeri bazılarını alınca, hemen arkalarından başkaları da gelip içeri girmeyi talep etmektedirler. Herkes için apaçık ortada olan bu siyasi gerçeklik karşısındaki tepkiler çok çeşitli olmuştur. Özellikle de, liberalizmle ve demokrasiyle birlikte anılan tepkilerin tonlamaları çok farklı, neredeyse birbirine zıt olmuştur.
Liberaller akışı sınırlamaya çalışma eğiliminde olmuşlardır. Demokratlarsa akışı alkışlayıp daha da güçlendirme eğiliminde. Liberaller öncelikle süreçle ilgilenmişlerdir; kötü süreç kötü sonucu doğurur. Demokratlarsa öncelikle sonuçla ilgilenmişlerdir; kötü sonuç kötü süreci işaret eder. Liberaller geçmişi işaret etmiş ve ne çok şeyin başarılmış olduğunu vurgulamışlardır. Demokratlarsa geleceğe bakmış ve daha ne çok şeyin başarılması gerektiğinden bahsetmişlerdir. Bardağın yarısı boş mu, dolu mu hikâyesi mi yani? Belki, ama belki bir hedef farkı da söz konusuydu. Liberallerin amentüsü rasyonalitedir. Liberaller Aydınlanma'nın en sadık evlatlarıdır. Bütün insanların potansiyel rasyonalitesine ve bunun isnat edilen bir rasyonalite değil, elde edilen, eğitimle, Bildung yoluyla elde edilen bir rasyonalite olduğuna inanırlar. Gelgelelim eğitim yalnızca yurttaşlık erdemleriyle donanmış akıllı yurttaşlar yaratmaz. Modern dünyadaki liberaller, Yunan şehir-devletlerinden çıkarılmış, meydanda toplanmaya dayalı demokrasi modelinin modern devletler gibi fiziksel olarak büyük oluşumlarda kullanılamaz olduğunun gayet iyi farkındaydılar; üstelik modern devletlerin çok geniş kapsamlı karmaşık sorunlar hakkında kararlar vermeleri de beklenir. Liberaller Newtoncu bilimle aynı metaforu paylaşırlar: Karmaşıklıkla en iyi, onu farklılaştırma ve uzmanlaşma yoluyla küçük parçalara ayırarak başa çıkılır. Buradan da şu sonuç çıkar: Bireylerin, yurttaşlık erdemleriyle donanmış akıllı yurttaşlar rolünü yerine getirebilmeleri için, onlara yön gösterecek, alternatifleri sınırlayacak ve siyasi alternatifleri değerlendirmek için kullanılacak ölçütler önerecek uzman tavsiyelerine ihtiyaçları vardır.
Eğer rasyonalite, uygulanabilmesi için, uzmanlığı gerektiriyorsa, demek ki aynı zamanda yurttaşlık kültürünün de en yüksek mevkinin uzmanlara verilmesi gerekir. İnsan bilimlerinde de doğa bilimlerinde de, modern eğitim sistemi yurttaşları uzmanların tebliğlerini kabul edecek şekilde toplumsallaştırmaktadır. Genel oy hakkı ve diğer siyasi katılım biçimleri hakkındaki (gerekli uzmanlığa kimin sahip olduğu, bu uzmanlar tarafından biçimlendirilmeye izin verecek kültürel zihin çerçevesine kimin sahip olduğu gibi) bütün tartışmaların etrafında döndüğü rabıta budur.
Kısacası, bütün insanlar potansiyel olarak rasyonel olsalar da, hepsi fiilen rasyonel değildirler. Liberalizm, hayati toplumsal kararlar alanların irrasyonel olmamasını sağlamak için, rasyonel olanlara haklar tanınması çağrısıdır. Ve eğer baskı yüzünden, siyasi olarak henüz rasyonel olmayan çoğunluğa formel haklar vermek durumunda kalınırsa da, o zaman bu formel hakların telaşla bir aptallık yapılmamasını sağlayacak biçimde sınırlanması şarttır. Süreçle ilgilenmenin kaynağı budur. Süreçle kastedilen, alınacak kararları uzun bir süre ve uzmanların mükemmel bir hüküm sürme şansı yakalamalarını sağlayacak bir biçimde yavaşlatmaktır.
İrrasyonelin dışlanması her zaman bugünde gerçekleştirilir. Ancak her zaman, dışlananların gelecekte, gereken şeyleri öğrendikten sonra, gereken testleri geçtikten sonra, şu anda sisteme dahil olanlarla aynı biçimde rasyonelleştikten sonra sisteme dahil edilecekleri vaat edilir. Liberaller temellendirilmemiş ayrımcılığı aforoz etmekle birlikte, temellendirilmiş ayrımcılıkla temellendirilmemiş ayrımcılık arasında dünyalar kadar fark olduğunu düşünürler.
Nitekim liberallerin söylemi çoğunluktan korkma, yıkanmayanlardan ve bilmeyenlerden, kitleden korkma eğilimindedir. Kuşkusuz bu söylem her zaman dışlananların muhtemel entegrasyonuna yönelik yüreklendirmelerle doludur, ama liberaller her zaman denetimli bir entegrasyondan, sisteme çoktan dahil olmuş insanların değer ve yapılarının entegrasyonundan bahsederler. Liberal, çoğunluğa karşı, sürekli olarak azınlığı savunmaktadır. Ama liberalin savunduğu grup azınlığı değil, simgesel azınlıktır; kalabalığa karşı kahraman rasyonel bireydir, yani kendisidir.
Bu kahraman birey hem ehliyet sahibi hem de medenidir. Ehliyet sahibi kavramı aslında medeni kavramından çok da farklı değildir. Medenileşmiş olanlar, kendilerini civis'in toplumsal ihtiyaçlarına uydurmayı, hem medeni hem yurttaş olmayı, bir toplumsal sözleşmeye girmeyi ve bundan dolayı üzerine düşen yükümlülüklerden sorumlu olmayı öğrenmiş olanlardır. Her zaman biz medeniyizdir, onlar değildir. Kavram, işin içine karışan değerlerin evrensel olarak geçerli olduğunun iddia edilmesi bakımından, neredeyse zorunlu olarak evrenselci bir kavramdır, ama aynı zamanda gelişmeci bir kavramdır da. İnsan medeni olmayı öğrenir, medeni doğmaz. Ve bireyler, gruplar ve milletler medenileşebilirler. Ehliyet daha araçsalcı bir kavramdır. Özellikle iş alanında, toplumsal olarak işlev görebilme yeteneğine karşılık gelir. Bir metler, bir meslek fikriyle bağlantılıdır. Eğitimin sonucudur, ama her şeyden önce çocuklukta aile içinde yaşanan toplumsallaşmayla ilgili bir mesele olan medenileşmeden daha formel bir eğitimi gerektirir. Yine de, her zaman bu ikisi arasında yüksek bir korelasyon olduğu, ehliyet sahibi olanların aynı zamanda medenileşmiş de oldukları (ve tersi) varsayılır. Bunların arasında bir kopukluk olması şaşırtıcı, anormal ve hepsinden öte çok da rahatsız edicidir. Liberalizm aynı zamanda bir görgü kodudur da. Bu tür tanımların, formel olarak ne kadar soyut olursa olsunlar, her zaman sınıf-temelli ya da sınıf-önyargılı oldukları bence açıkça ortadadır.
Gelgelelim medeniyet ve ehliyetten dem vurduğumuz anda, herkesten -bütün bireylerden, bütün gruplardan, bütün uluslardan bahsetmediğimiz son derece açıktır. "Medeni" ve "ehliyet sahibi", insanlar arasında bir hiyerarşiyi tasvir eden, bünyevi olarak kıyaslamalı kavramlardır: Bazıları diğerlerinden daha "medeni" ya da "ehil"dir. Bunlar aynı zamanda evrensel kavramlardır da: Teorik olarak sonuçta herkes böyle olabilir. Aslında evrenselcilikle, liberalizmin bir diğer yan anlamı arasında yakın bir bağ vardır: Zayıflar, medeni olmayanlar, ehil olmayanlar karşısında takınılan paternalizm. Liberalizm, kuşkusuz bireysel çabalarla, ama her şeyden önce de toplum ile devletin kolektif çabalarıyla başkalarının durumlarını iyileştirmeye yönelik toplumsal bir görevi ima eder. Dolayısıyla sürekli daha fazla eğitim, daha fazla Bildung, daha fazla toplumsal reform çağrısında bulunur.
"Liberal" terimi kendi bünyesi içinde siyasi bir alicenaplık, noblesse oblige anlamını barındırmakla kalmaz, bunları kullanmayı da gerektirir. Güçlü bireyler maddi ve toplumsal değerleri paylaştırmakta liberal davranabilirler. Burada liberalizmin karşı olduğunu iddia ettiği aristokrasi kavramıyla bağı olduğunu açıkça görüyoruz. Aslında liberaller aristokrasi kavramının kendisine değil; aristokratların bir atalarının geçmişte kazandığı başarıların ürünü olan bazı statü işaretleriyle, onlara imtiyazlar tanıyan payelerle tanımlanıyor olması fikrine karşı çıkmışlardır. Liberal bu anlamda teorilerinde aşırı ölçüde bugün-yönelimlidir. Liberal, en azından teorik olarak, halihazırdaki bireyin başarısıyla ilgilenir. Aristokratlar, en iyiler, gerçekte en iyi olduklarını bugün kanıtlamış olanlardır, ancak onlar gerçekten aristokrat olabilir. Bu durum ifadesini, yirminci yüzyılda "meritokrasi"nin toplumsal hiyerarşinin tanımlayıcı meşruiyeti olarak tanımlanmasında bulur.
Soyluluğun tersine meritokrasi eşitlikçi bir kavram olarak sunulur çünkü biçimsel olarak hüneri, mahareti tanımlayan ya da bahşeden testlerden herkes geçebilir. Kişinin hüneri miras almadığı varsayılır. Ama bir çocuğun testten geçirilen becerileri edinme imkânını epeyce artıran imtiyazlar miras alınmaktadır elbette. Durum böyle olunca da, çıkan sonuçlar aslında hiçbir zaman eşitlikçi değildir ve formel testte başarılı olamayan ve bunun sonucu olarak da mevki ve statü dağılımında iyi sonuç elde edemeyenler sürekli bundan şikâyet ederler. Demek ki bunlar hem demokratların hem de "azınlıklar"ın şikâyetleridir (burada "azınlıkla, büyüklüğü ne olursa olsun, sürekli olarak ve tarihsel olarak toplumsal açıdan aşağı bir grup muamelesi görmüş ve halihazırda da toplumsal hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan her türlü grubu kastediyorum).
Ehliyet sahipleri sahip oldukları imtiyazı, evrenselci formel kurallara dayanarak savunurlar. Dolayısıyla siyasi ihtilaflarda formel kuralların önemli olduğunu savunurlar. Doğaları gereği "aşın" denebilecek ya da aşırı görülebilecek her şeyden korkarlar. Peki ama modern siyasette "aşırı" nedir? "Popülist" olarak damgalanabilecek her şey. Popülizm sonuç bakımından halka başvurmaktır: Yasalardaki sonuç, rollerin toplumsal dağılımındaki sonuç, zenginlikteki sonuç. Liberal merkez çok nadir zamanlarda, ufukta faşizm tehlikesi belirdiği zaman halk gösterilerinin meşruiyetini kısa bir süre için kabul etmiş olmasına rağmen, çoğu zaman bütün benliğiyle popülizm karşıtı olmuştur.
Diğer yandan popülizm normalde solun oyunu olmuştur. Siyasi sol, bir düzeyde, geleneksel olarak popülist olmuş, en azından popülistmiş gibi davranmıştır. Halk adına, çoğunluk adına, zayıflar ve dışlanmışlar adına konuşan hep sol olmuştur. Sürekli olarak halkın duygularını seferber etmeye ve bu seferberliği bir siyasi baskı biçimi olarak kullanmaya çalışan hep siyasi sol olmuştur. Bu halk baskısı kendiliğinden ortaya çıktığı zamanlarda ise, siyasi solun lider kadroları çoğunlukla bu baskıyı yönlendirmeye çabalamışlardır. Demokratlar, iyi toplumun ehliyet sahiplerinin hüküm sürdüğü toplum olduğu şeklindeki liberal anlayışın hilafına, dışlanmış olanları topluma dahil etmeye öncelik vermişlerdir.
Sağcı bir popülizm de yaşanmıştır. Ancak sol ve sağ tarafından oynanan popülizmler tam olarak aynı oyun değildirler. Sağcı popülizm, sağcı olduğu ve kavramsal olarak sağı belirleyen şey de, halka ancak takipçi olduklarında güvenmek olduğu için, hiçbir zaman gerçekten popülist olmamıştır. Sağcı popülizm pratikte uzmanlara yönelik husumeti bazı sosyal güvenlik kaygılan ile birleştirmiş, ama bunu her zaman büyük bir dışlamacılıktan yola çıkarak, yani bu nimetleri etnik açıdan belli bir grupla sınırlayarak ve çoğunlukla uzmanları dış-gruba mensup olarak tanımlayarak yapmıştır. Dolayısıyla sağcı popülizm, bizim burada tanımladığımız anlamda, yani dışlanmışları topluma dahil etmeye öncelik veren bir kavram olarak hiçbir surette demokrat değildir. Demokrasiyle kastettiğimiz şey aslında sağcı popülizmin zıttıdır, ama aynı zamanda liberalizmle kastettiğimiz şeyin de zıttıdır. Demokrasi tam da uzmanlardan, ehliyet sahiplerinden -onların nesnelliklerinden, tarafsızlıklarından, yurttaşlık erdemlerinden kuşkulanmayı içerir. Demokratlar liberal söyleme baktıklarında yeni bir aristokrasinin maskesini, her nasılsa her zaman mevcut hiyerarşi kalıplarını büyük ölçüde koruma eğilimi gösteren evrenselci bir temele sahip olduğu iddiasında bulunduğu için iyice habisleşen bir maskeyi görmüşlerdir. Nitekim liberalizm ve demokrasinin araları son derece açık olmuş, her biri çok farklı eğilimlere karşılık gelmişlerdir. Bu bazen açık açık kabul edilir. Fransız Devrimi'nin ünlü sloganıyla ilgili söylemde bunu görürüz; sık sık liberallerin bu sloganda önceliği (bireysel özgürlüğü kastederek) özgürlüğe öncelik verdikleri, demokratların (ya da sosyalistlerin) ise eşitliğe öncelik verdikleri söylenir. Bu, bence, aradaki farkı açıklamanın son derece yanıltıcı bir yoludur. Liberaller sadece özgürlüğe öncelik vermezler; eşitliğe karşıdırlar, çünkü sonuçlarıyla ölçülen her türlü kavrama şiddetle karşıdırlar ki eşitlik kavramı da ancak bu şekilde anlamlı olmaktadır. Liberalizm en ehil insanların bilgi ürünü yargılarına dayalı rasyonel yönetimin savunusu olduğu için, eşitlik tesviye edici, anti-entelektüel ve kaçınılmaz olarak aşırı bir kavram olarak görülür.
Gelgelelim, buna paralel olarak demokratların da özgürlüğe karşı oldukları doğru değildir. Hiç ilgisi yok! Demokratların reddettiği, ikisi arasında ayrım yapılmasıdır. Demokratlar geleneksel olarak, bir yandan, eşitsiz konumdaki insanlar kolektif kararlara katılma konusunda eşit yeteneğe sahip olamayacakları için bir sistemde eşitliğe dayanmayan bir özgürlük olamayacağını savunmuşlardır. Ayrıca, özgür olmayan insanların da eşit olamayacağını, çünkü bunun kendini toplumsal eşitsizliğe tercüme eden siyasi bir hiyerarşiyi ima ettiğini ileri sürmüşlerdir. Yakın tarihlerde buna tekil bir süreç olarak özgüreşitlik (egaliberty) şeklinde bir kavramsal etiket konmuştur. Öte yandan, bugün, tam da liberallerin süreç ve ehliyet üzerinde ısrar etmelerine yol açmış olan korku (dizginleri serbest bırakıldığında, halkın irrasyonel bir biçimde, yani faşist ya da ırkçı bir biçimde davranacakları korkusu) yüzünden, solda olduğunu iddia eden çevrelerin çok azının özgüreşitliği halkı seferber etmek için kullanılacak bir tema haline getirmiş oldukları da doğrudur. Şunu söyleyebiliriz ki, sol partilerin resmi konumlan ne olursa olsun, halkın demokrasi talebi hep sabit kalmıştır. Aslında uzun vadede, özgüreşitliği benimsemeyi reddetmiş olan sol partiler, halk ta banlarının aşındığını ve sabık tabanlarının bu yüzden onları artık "demokrat" değil "liberal" olarak sınıflandırdığını görmüşlerdir.
Liberalizm ile demokrasi arasındaki gerilim soyut bir mesele değildir. Bizi sürekli olarak bir dizi siyasi açmaza ve siyasi seçime geri döndürür. Dünya sistemi iki dünya savaşı arasında, çok sayıda ülkede faşist hareketlerin yükselişiyle birlikte bu gerilim ve açmazların girdabına kapıldı. Bu dönemde hem merkezci hem de sol siyasete damgasını vurmuş olan tereddütleri ve kararsızlığı hatırlayabiliriz. Bu tereddütler, milliyetçilik maskesi takmış birçok yıkıcı ırkçılık akımının ve Batı dünyası içinde göçmen-karşıtı, yabancı-karşıtı retorikten yola çıkarak yeni dışlama siyasetleri inşa etme girişimlerinin yükselişe geçmesiyle birlikte 1990'larda bir kez daha görünürlük kazandı ve had safhaya ulaştı.
Aynı zamanda 1968-sonrası dönemde, dışlanmışların oluşturduğu ve siyasi hak taleplerini grup hakları terimleriyle dile getiren hareketlerden meydana gelen büyük dalgayla birlikte, epeyce farklı ikinci bir mesele ortaya çıktı. Bu mesele "çokkültürcülük" çağrıları biçimine büründü. Başlangıçta aslen ABD'de ortaya çıkan bu mesele artık uzun süredir liberal devletler oldukları iddiasında olan diğer ülkelerin çoğunda da tartışılmaya başladı. Bu mesele genellikle Fransızların toplumun lepenisation'u (Irkçı Fransız lider Le Pen'den çıkarak uydurulan bir terim.) dediği şeye karşı çıkma meselesiyle karıştırılsa da onunla özdeş değildir.
Nitekim freres ennemis arasındaki ilişki bir kez daha siyasi taktiklerle ilgili tartışmanın merkezini oluşturmaktadır. Bence belagatten kurtulmadığımız sürece bu meselede anlamlı bir ilerleme sağlayamayız.
Günümüzün bazı gerçeklikleriyle başlayalım. 1989-sonrası dönemde, siyasi kararların zorunlu olarak onların içlerinde kalınarak alındığı parametreleri oluşturmaları anlamında temel nitelikte olan dört unsur var bana kalırsa. Birincisi, tarihsel Eski Sol (ben bu kategoriye yalnızca Komünist partileri değil, sosyal demokrat partilerle ulusal kurtuluş hareketlerini de dahil ediyorum) karşısında dünya çapında duyulan derin hayal kırıklığıdır. İkincisi, sermaye ve metaların hareketleri üzerindeki kısıtlamaları düzenleme dışına çıkarmaya (deregulation) ve aynı anda da refah devletini dağıtmaya yönelik muazzam saldırıdır. Bu saldırıya bazen "neoliberalizm" de deniyor. Üçüncüsü, dünya sisteminin sürekli artan ve neoliberal saldırının daha da harlandırmayı vaat ettiği ekonomik, toplumsal ve demografik kutuplaşmasıdır. Dördüncüsü, bütün bunlara rağmen ya da belki de bütün bunlar yüzünden, demokrasi talebinin liberalizm değil, demokrasi talebinin modern dünya sisteminin tarihinde hiçbir zaman şimdiki kadar güçlü olmadığı gerçeğidir.
İlk gerçeklik, yani Eski Sol'dan duyulan hayal kırıklığı, bence öncelikle, Eski Sol'un zaman içinde demokrasi mücadelesini terk etmesinin ve programlarını ehliyet sahibi insanların çok önemli bir rol oynaması etrafında inşa etmiş olmaları gibi çok basit bir anlamda, aslında liberal bir program geliştirmesinin sonucudur. Bu hareketler kimin ehliyet sahibi olduğunu, en azından teorik anlamda, merkezci siyasi partilerden biraz farklı bir biçimde tanımlamışlardır elbette. Gelgelelim pratikte, kendi ehil insanlarını, liberal söylemde imtiyaz tanınanlarınkinden çok farklı toplumsal arka planlardan devşirmiş oldukları söylenemez. Her halükârda, ortaya çıkan gerçeklik kendi kitle tabanları için söylenenlerden farklı çıkmıştır ve bu taban da sonuç olarak onları terk etmektedir. Neoliberal saldırıyı, halkın Eski Sol'dan duyduğu bu yaygın hayal kırıklığı mümkün kılmıştır. Bu saldırı kendini esasen yanlış bir küreselleşme retoriğiyle donatmıştır. Bu retorik yanlıştır, çünkü söz konusu ekonomik gerçeklik hiç de yeni değildir (kapitalist şirketlere dünya piyasasında rekabet etmeleri yönünde yapılan baskı kesinlikle yeni değildir), ama bu sözde yenilik liberallerin tarihsel ödünlerinden biri olan refah devletinin terk edilmesinin gerekçesi olarak kullanılmıştır. Neoliberalizm işte tam da bu nedenle aslında liberalizmin yeni bir versiyonu olarak görülemez. Bu adı benimsemiştir, ama aslında muhafazakârlığın bir versiyonudur ve muhafazakârlık da liberalizmden farklı bir şeydir ne de olsa. Tarihsel liberalizm Eski Sol'un çöküşünden sonra ayakta kalamamıştır; çünkü Eski Sol, uzun süredir kaçınılmaz ilerleme umudunu (ve yanılsamasını) yayarak tehlikeli sınıfların demokratik baskılarını kontrol altına almak gibi çok önemli bir rol oynamış olduğu için, liberalizmin ölümcül düşmanı olmak şöyle dursun, onun en önemli toplumsal dayanağıydı. Eski Sol tabii ki bu ilerlemenin büyük ölçüde kendi çabaları sayesinde gerçekleşeceğini ileri sürüyordu, ama bu sav sonuçta aşamacı liberal temanın bir varyantından ibaret olan politika ve pratikleri onaylamaya hizmet ediyordu.
Eski Sol'u çökerten şey, onun gerçekte dünya sisteminin kutuplaşmasını, özellikle de dünya düzeyinde durduramayacağının gösterilmesiydi. Neoliberal saldırı bundan yararlanarak, kendi programının bunu yapabileceğini iddia etti. Bu hiçbir inandırıcılığı olmayan bir iddiadır, çünkü neoliberalizmin programı gerçekte, dünya sisteminin ekonomik, toplumsal ve demografik kutuplaşmasını müthiş bir hızla artırmaktadır. Üstelik, yakın dönemdeki bu saldırı aslında, daha zengin devletlerin içlerindeki kutuplaşma sürecini yenilemiştir; oysa refah devleti bu süreci görece uzun bir süre, özellikle de 1945-70 döneminde rafa kaldırabilmişti. Kutuplaşmanın artmasına bağlı olarak yasal göçün önüne gittikçe daha fazla güçlenen hukuki ve idari engeller konmasına rağmen, (eski mahut Doğu dahil olmak üzere) Güney'den Kuzey'e yönelik göçler de artmıştır.
Belki de en önemlisi, demokratik hissiyatın gücü, muhtemelen bütün bunlara rağmen değil bütün bunlar sayesinde, her zamankinden daha fazladır. Bu güç, bütün dünyada gündeme geldiği görülebilecek üç özgül talepte görülebilir: Daha fazla eğitim olanağı, daha fazla sağlık olanağı ve daha yüksek bir gelir tabanı. Üstelik, kabul edilebilir asgari eşik hiçbir zaman azalmamakta, sürekli artmaktadır. Bu kuşkusuz refah devletini dağıtma, yaygınlaştırma programıyla fena halde çelişen bir durumdur; bu yüzden de şiddetli toplumsal çatışma potansiyelini artırmaktadır bir yandan, görece kendiliğinden işçi hareketleri biçiminde (örneğin Fransa'da olduğu gibi), bir yandan da ve daha şiddetli bir şekilde iç ayaklanmalar biçiminde (Ponzi şeması skandalından sonra gelir tabanındaki ağır düşüş yüzünden Arnavutluk'ta olduğu gibi).
1848'den 1968'e kadar, liberal mutabakat üzerine kurulmuş bir jeokültürde yaşıyorduk ve bu yüzden liberaller "demokrasi" terimini sahiplenerek demokrasi savunucularının etkililiğini hükümsüz bırakmayı başarabilmişlerdi, oysa artık Yeats'in dünyasına girmiş durumdayız: "Bel vermiş ortadirek." Önümüzdeki mesele daha kutuplaşmış vaziyette: Ya eşitözgürlük ya da ne özgürlük ne eşitlik; ya herkesi kapsamaya yönelik sahici bir çaba ya da derinden bölünmüş bir dünyaya, bir tür küresel apartheid sistemine çekilme. 1848-1968 döneminde liberalizmin gücü, demokratları büyük ölçüde liberal öncülleri kabul etmek ile siyasi önemsizliğe mahkûm olmak arasında seçim yapmaya zorlamıştı. Demokratlar da ilk seçeneği tercih ettiler ve bu da Eski Sol'un tarihsel yörüngesini çizdi. Gelgelelim bugün seçim yapma sırası hâlâ ayakta kalabilmiş olan liberallerde: Ya büyük ölçüde demokratik öncülleri kabul edecekler ya da siyasi önemsizliğe mahkûm olacaklar. Günümüzde liberallerle demokratlar arasında yapılan iki büyük tartışmayı daha yakından incelediğimizde bunu görebiliriz: Çokkültürcülük ve lepénisation.
Çokkültürcülük tartışmasında gündeme gelen meseleler neler? Hem ulusal düzeyde hem de dünya düzeyinde siyasi katılımdan, ekonomik ödüllerden, toplumsal itibardan ve kültürel meşruiyetten önemli ölçüde dışlanmış olan gruplar -başta kadınlar ve derilerinin renkleri farklı olan insanlar, ama tabii ki daha başka birçok grup daha üç farklı biçimde talepler öne sürdüler: (1) Tarihsel sonuçları nicelleştirdiler ve ortaya çıkan rakamların rezalet olduğunu söylediler. (2) İnceleme ve itibar konusu olmuş nesnelere ve "tarihin özneleri" oldukları varsayılan öznelere baktılar ve şimdiye kadar yapılan seçimlerin son derece önyargılı olduğunu söylediler. (3) Bu gerçeklikleri haklı çıkarmak için kullanılmış olan nesnellik standartlarının kendilerinin baştan yanlış bir barometre ve zaten bu gerçeklikleri yaratan belli başlı jeneratörlerden biri olup olmadığını sorguladılar. Bu taleplere verilen liberal cevap, sonuç taleplerinin kota talepleri demek olduğu ve bunun da ancak vasatlığın yaygınlaşmasına ve yeni hiyerarşiler yaratılmasına yol açacağı oldu. îtibar ve tarihsel önemin kafadan uydurulmadığını, nesnel ölçütlerden çıkarıldığını iddia ettiler. Nesnellik standartlarını kurcalamanın, sonu topyekûn öznelciliğe ve dolayısıyla topyekûn toplumsal irrasyonaliteye varacak kaygan bir yol olduğunu söylediler. Bunlar zayıf argümanlardır, ama yine de çokkültürcülüğün daha muğlak, daha az özbilinçli formülasyonlarının içerdiği gerçek sorunlara işaret ederler.
Bütün çokkültürcü taleplerin sorunu, kendi kendilerini sınırlandırmamalarıdır. Birincisi, grupların sayısı kendi kendilerini sınırlar nitelikte değildir, hatta sonsuzca genişleyebilir. İkincisi, bu talepler, tarihsel adaletsizlik hiyerarşileri konusunda çözümsüz tartışmalar yaratırlar. Üçüncüsü, bir kuşakta düzenlemeler yapılsa bile, bunların bir sonraki kuşakta da devam edeceğine ilişkin hiçbir garanti yoktur. O zaman her x yılda bir yeni düzenlemeler yapmak mı gerekecektir? Dördüncüsü, söz konusu talepler kıt kaynaklan, özellikle de bölünmez kaynakları nasıl paylaştırmak gerektiği konusunda hiçbir ipucu sunmazlar. Beşincisi, çokkültürcü bir dağıtımın sonuç olarak eşitlikçi olacağının hiçbir garantisi yoktur, çünkü bu talepler gerçekten de yalnızca, imtiyaz tanınacak ehliyet sahibi kişiler grubuna üye olmak için yeni ölçütler saptamakla kalabilirler.
Bunları söylesek bile, bu tür çokkültürcülük-karşıtı argümanların, şu anda içinde yaşadığımız son derece eşitsizlikçi dünyada her şeyi ne kadar kendi işine geldiği gibi yorumladığını görmezden gelmek zordur. Siyasal-doğruculuk karşıtları dikkat çekmek için çığlık çığlığa ne söylerlerse söylesinler, çokkültürlü gerçekliklerin zaten egemen durumda olduğu bir dünyada yaşamaktan çok uzağız. Tarihsel adaletsizlikte küçük bir oyuk açmaya daha yeni başlıyoruz. Şurada burada sağlanan marjinal iyileşmeler ne olursa olsun, siyahlar, kadınlar ve daha birçokları hâlâ çok büyük ölçüde kötü durumdalar. Sarkacın öbür uca gitmesini talep etmek için daha çok çok erken olduğu kesin. Bizleri sürekli olarak doğru yönde hareket ettirecek ve bunu yaparken de liberallerin tam da bu yüzden karşılaşabileceğimizden haklı olarak korktukları çıkmaz sokaklara sokmayacak yapı ve süreçleri nasıl inşa edebileceğimiz konusunda ciddi bir araştırmaya başlamak çok daha yararlıdır. Ölmekte olmasına rağmen güçlü entelektüel geleneklere sahip bir tür olan liberallerin, bir kenarda durup devamlı kusur bulmak yerine zekâlarını ekibin bir parçası olarak kullanmalarının zamanıdır artık. Basit bir örnek vermek gerekirse, Alan Sokal gibi birinin kimi budalaca aşırılıkların havasını söndürmek ve bu yüzden de temeldeki meseleleri tartışmayı kolaylaştırmak yerine güçleştirmektense, bilgi yapıları hakkında gerçek sorular soran insanlarla işbirliğine dayalı bir tartışmaya girmesi gerçekten de daha faydalı olmaz mı? Akılda tutulması gereken şey sorundur: Sorun da hem dışlama hem de bu sorunun modern dünya sisteminin sözde ilerlemesiyle hiçbir surette çözülmemiş olmasıdır. Hatta sorun bugün her zamankinden de beter bir hal almıştır. Demokrat dediğimiz insanlarsa, önceliği, dışlamayla mücadele etmeye veren insanlardır. Topluma dahil etmek güç olabilir, ama dışlamak ahlaksızlıktır. İyi topluma ulaşmaya çalışan, rasyonel bir dünyayı gerçekleştirmeye çalışan liberaller de Max Weber'in biçimsel ve tözel rasyonalite arasında yaptığı ayrımı akıllarında tutmalıdırlar. Biçimsel rasyonalite sorun çözücüdür ama ruhtan yoksundur, o yüzden de son kertede kendi kendini tahrip eder. Birçok keyfi çarpıtmaya maruz kalan tözel rasyonaliteyi tanımlamak olağanüstü güçtür, ama sonuçta iyi toplum dediğimiz şey nihayetinde ondan ibarettir.
Çokkültürcülük, eşitsizlikçi bir dünyada yaşadığımız sürece, ki bu da kapitalist bir dünya ekonomisinde yaşadığımız sürece demektir, kaybolmayacak bir meseledir. Bence bu süre diğer birçoklarından daha kısa sürecektir, ama benim zihnimdeki resme göre bile, şu anki tarihsel sistemimizin bütünüyle çökmesi için daha bir elli yıl kadar geçmesi gerekecektir. Bu elli yıl boyunca mesele, tam da, şu ankinin yerine ne tür bir tarihsel sistem inşa edeceğimiz meselesi olacaktır. Lepénisation meselesi işte tam burada devreye girmektedir; çünkü ırkçı, dışlayıcı hareketlerin gittikçe büyüyen bir rol oynadıkları ve kamusal siyasi tartışmanın gündemini saptayabildikleri bir dünya, özgüreşitliği azami seviyeye çıkarma açısından bakıldığında, şu ankinden daha da beter bir yapıya yol açması çok muhtemel bir dünyadır.
Somut bir örneği, Fransa'daki Ulusal Cephe (UC) örneğini ele alalım. Bu hem ehliyete hem de dışlanmışları topluma dahil etmeye karşı olan bir harekettir. Dolayısıyla hem liberallerin hem de demokratların ilkelerini ve hedeflerini ihlal etmektedir. Sorun bunun karşısında ne yapılacağıdır. Bu hareketin gücü, görece az bir güçleri olan ama farklı sınıf konumlarından gelen insanlar arasında çok yaygın olan bir endişeden, söz konusu insanların fiziksel ve maddi anlamda kendi kişisel güvenlikleri için duydukları endişeden kaynaklanır. Bu insanların duydukları korkuların gerçekçi bir temeli vardır. Bu tür bütün hareketler gibi UC de üç şey önerir: Baskıcı bir devlet yoluyla daha fazla fiziksel güvenlik vaadi; neoliberalizmle refah devletini birleştiren muğlak bir program yoluyla daha fazla maddi güvenlik vaadi; ve hepsinden önemlisi de, insanların yaşadığı güçlükler için gözle görülür bir günah keçisi açıklaması. UC örneğinde, günah keçisi her şeyden önce, Batılı-olmayan (ve hepsi de Beyaz-olmayanlar şeklinde tanımlanan) bütün Avrupalıları anlatan bir terim olan "göçmenler"dir; çorbadaki tuz kabilinden buna bir de kadınlara yaraşan rolün ne olduğu hakkında bir sav eklenir. Ara sıra dikkatle, ama ırkçılık-karşıtı Fransız yasalarından kaçmak için daha üstü kapalı olarak devreye sokulan ikinci günah keçisi ise akıllı ve zengin Yahudiler, kozmopolit entelektüeller ve mevcut siyaset seçkinleridir. Kısacası, günah keçileri dışlananlar ve ehliyet sahibi olanlardır.
Uzun bir süre, UC'ye kaçamak bir tepki verildi. Muhafazakârlar dışlama temasının sulandırılmış bir versiyonunu benimseyerek UC seçmenlerini kazanmaya çalıştılar. RPR'de, UDF'de ya da Sosyalist Parti' deki merkezci liberaller, başlangıçta, umursanmazsa bir şekilde yok olacağı umuduyla UC'yi umursamamaya çalıştılar. Dışlama-karşıtı seferberlik bir avuç harekete (mesela SOS Irkçılık hareketine), bazı entelektüellere ve tabii ki saldın altındaki cemaatlerin mensuplarına bırakıl dı. 1997'de UC, Vitrolle'deki yerel bir seçimde ilk kez ezici bir çoğunluk kazanınca, panik düğmesine basıldı ve ulusal bir seferberlik oluştu. Hakiki muhafazakârlarıyla merkezci liberalleri arasında bölünmüş olan hükümet ise göçmen-karşıtı yasa tasarısındaki çok beter bir maddeyi geri çekip geri kalanları muhafaza etti. Kısacası, büyük ölçüde UC seçmenlerinin oylarını kendilerine çekme politikası hüküm sürdü.
Demokratların programı ne oldu? Temelde, halen Fransa'da bulunan herkese haklar verilerek ve her türlü baskıcı yasaya karşı çıkarak bu insanların şu ya da bu şekilde Fransız toplumuna entegre edilmeleri gerektiğini savunmak oldu. Ama satır aralarında çok önemli bir mesaj vardı: Bu yalnızca halen Fransa'da bulunan herkes için, belki bir de bonafide (hakiki) mülteciler için geçerliydi. Bireylerin sınırlar arasındaki her türlü hareketi üzerindeki bütün kısıtlamaların kaldırılmasını önermeye kimse cesaret edemedi; halbuki Kuzey ülkeleri arasında bu tür bir kısıtsızlık çoktandır yürürlüktedir ve tarihsel olarak yirminci yüzyıla kadar dünyanın çoğu yerinde de bu tür kısıtlamalara rastlanmamıştır. Bu sakınganlığın nedeni, tabii ki, Fransız demokratlarının bile bu tür bir konumun, UC'nin işçi sınıfı mensupları üzerindeki etkisini güçlendireceğinden korkmalarıdır.
Bu "aşırı" olasılığı, tam da meseleyi aydınlattığı için gündeme getirdim. Eğer mesele dışlama ise, dışlama karşıtı mücadele neden yalnızca devletlerin sınırları içinde yürütülsün de dünyanın her yerinde yürütülmesin? Eğer mesele ehliyet ise, ehliyet niye devletlerin sınırlan için de tanımlansın da dünyanın her yerinde tanımlanmasın? Yok eğer, bütün düzenlemelerden kaçınmanın erdemlerinden bahseden muhafazakâr, sözde-liberal perspektifi benimsiyorsak, o zaman neden insanların sınırlar arasında gidiş gelişleri de deregülasyona tabi olmasın? Meselelerle açık açık ve cepheden yüzleşilmediği takdirde ne Fransa'daki ne de başka yerlerdeki ırkçı, dışlayıcı hareketler denetim altına alınabilir.
Liberallerle demokratlar arasındaki ilişkiye dönelim. Daha önce de belirttiğim gibi, bunlardan biri ehliyeti savunma işini üstlenmiştir. Diğeri ise, dışlamayla savaşmanın acil öncelik taşıdığını savunmuştur. Niye her ikisini birden yapmayalım, demek kolaydır. Ama ikisine de eşit ağırlık vermek kolay değildir. Ehliyet, neredeyse tanımı gereği, dışlamayı içerir. Ehliyet varsa, ehliyetsizlik de vardır. Dahil etme ise, herkesin katılımına eşit ağırlık vermeyi içerir. Yönetim düzeyinde ve bütün siyasi kararlarda, bu iki tema neredeyse kaçınılmaz olarak çatışmaya girer. Freres, ennemis (Kardeşler düşman) olur.
Liberallerin parlak günleri gerilerde kaldı. Bugün, ne ehliyet ne de dahil etme isteyenlerin geri dönüşünün tehdidiyle, kısacası olası en kötü dünyanın tehdidiyle karşı karşıyayız. Eğer bunların yükselişi önüne bir set çekecek ve yeni bir tarihsel sistem kuracaksak, bu ancak dahil etme sayesinde olabilir. Liberallerin demokratlara uymalarının zamanı gelmiştir. Bunu yapacak olurlarsa, hâlâ hayırlı bir rol oynayabilirler. Liberaller, demokratlara budala ve aceleci çoğunlukların risklerini hatırlatmayı sürdürebilirler, ama bunu ancak kolektif kararlarda çoğunluğun temel önemde olduğunu kabul etmeleri bağlamında yapabilirler. Ayrıca, liberaller sürekli olarak, bireylerin tercihlerine ve çeşitliliğe bırakılması iyi olacak meseleleri kolektif kararlar alanından çıkarma çağrısında da bulunabilirler tabii ki; ki böyle meseleler mebzul miktardadır. Demokratik bir dünyada bu tür bir liberterlik çok hayırlı olacaktır. Dahil etmeyi ehliyetin önüne yerleştirirken, kuşkusuz öncelikle siyasi arenadan bahsediyoruz. İş yerinde ya da bilgi dünyasında ehliyetin önemsiz olduğunu ileri sürüyor değiliz.
Zengin bir adamla bir entelektüelin ilişkisini anlatan eski bir fıkra vardır. Zengin adam entelektüele, "Madem bu kadar akıllısın, niye zengin değilsin?" diye sorunca aldığı cevap şu olur: "Madem bu kadar zenginsin, sen niye akıllı değilsin?" Bu fıkrayı biraz değiştirelim. Liberal demokrata, "Madem çoğunluğu temsil ediyorsun, niye ehliyetli bir yönetim göstermiyorsun?" diye sorunca aldığı cevap şu olur: "Madem bu kadar ehilsin, sen niye önerilerini çoğunluğa kabul ettiremiyorsun?"

Immanuel Wallerstein, Çev:Tuncay Birkan, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim, İstanbul:Metis, 2000, ss.100-118.
Liberalizm ve Demokrasi: Düşman Kardeşler? Liberalizm ve Demokrasi: Düşman Kardeşler? Reviewed by Tarih ve Felsefe on 24.1.17 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.