Marcus Aurelius

Bir Tüketim Toplumunda Yoksul Olmak

Vladimir Makovsky - The Doss House (Ночлежники)
Çalışma etiği, üretim toplumundaki sakin ve huzurlu günlerinde, fabrika zemininin ve düşkünler evi duvarlarının ötesine erişti. Emirleri gelecekteki adil ve dürüst bir toplum hayalinin habercisiydi ve mevcut girişimlerin yönlendirildiği ve mevcut durumun eleştirel değerlendirilmesinin yapıldığı bir fikir ufku vazifesi gördü. Ulaşılacak nihai durum hayali tam istihdamın, sadece çalışan insanlardan oluşan bir toplumun hayaliydi.
"Tam istihdam" hem hak hem görev olan az çok belirsiz bir durumu ifade ediyordu, “iş gücü kiralama sözleşmesi"nin hangi tarafında bulunulduğuna bağlı olarak “tam istihdam” prensibinde bu iki özel biçimden ya biri ya da diğeri ön plana geçiyordu; ama her normda olduğu gibi, her iki cephe de prensibin tamamıyla yürürlükte kalmasını temin etmeye hazır olunmalıydı. "Normal toplum"un kaçınılmaz bir niteliği olarak tam istihdam fikri hem evrensel ve gönüllü olarak kabul edilen bir görev hem de toplumun genel olarak iştirak ettiği, evrensel hak derecesine yükseltilen bir ortak arzu anlamına geliyordu.
Normu tanımlamak aynı zamanda anormali de tanımlar. Çalışma etiği anormalliği işsizlik fenomeninde özetledi; "anormal" olan çalışmamaktı. Doğal olarak, yoksulların daimi varlığı, dönüşümlü olarak, ya iş yokluğuyla ya da çalışma isteği yokluğuyla açıklanıyordu. Charles Booth ya da Seebohm Rowntree gibilerinin insanların tam istihdam koşullarında da fakir olabileceğine ve bundan dolayı yoksulluk fenomeninin çalışma etiği ilkesinin yeterince yayılmamış olmasıyla açıklanamayacağına dair mesajları İngiliz aydınlarında bir şok etkisi yaptı. Elbette, çalışma etiği, toplumsal sorunlara karşı genel yaklaşımda en belirgin biçimde yer aldıkça ve tüm sosyal hastalıkların tek ilacı olarak görülmeye devam ettikçe "çalışan yoksul" kavramı, ifadenin mümkün olabilecek tüm göze batan çelişkilerini kapsadı.
İş; bireysel güdüler, sosyal bütünleşme ve sistemin üretiminin birleşme noktasındaki merkezi konumundan kademe kademe uzaklaştıkça çalışma etiği daha önce belirttiğimiz gibi yavaşça en yüksek düzenleyici ilke olma görevinden alındı. Bu andan itibaren, daha önceden dolaylı veya dolaysız denetim altında tuttuğu bireysel ve sosyal yaşamın tüm alanlarından geri çekildi ya da dışarı itildi. Nüfusun çalışmayan kısmı onun belki de son sığınağı ya da son hayatta kalma şansı olarak kaldı. Yoksulların sefaletini onların çalışma isteksizliğine atfetmek ve böylece onları ahlaksızlıkla suçlamak ve yoksulluğu işlenen günahın cezası olarak göstermek, çalışma etiğinin yeni tüketim toplumunda yerine getirebileceği son hizmetti.
İnsanlık tarihinin büyük kısmında yoksulluk durumu hayatta kalma açısından doğrudan bir tehlike oluşturmuştur: Açlıktan ölme, hastalık durumunda tıbbi bakımsızlık ve barınaksızlık tehdidi. Hâlâ dünyanın bir çok bölgesinde bu, tehlikeler anlamına gelmektedir. Yoksulların durumu yalnız hayatta kalabilme seviyesinin üstüne çıksa bile, yoksulluk her zaman için kötü beslenme, iklimi değişikliklerine karşı yetersiz korunma ve evsizlik demektir; bunların tanımı, söz konusu toplumun beslenme, giyinme ve barınmanın kesin standartlarını nasıl algıladığına bağlıdır.
Bununla beraber yoksulluk fenomeni yalnızca yokluk ve bedensel tehlike anlamına gelmez. Yoksulluk aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir durumdur: İnsan yaşamının edebe uygunluğu, içinde bulunduğu toplumun nezih yaşam standartlarıyla ölçüldüğü için bu standartlara erişememenin kendisi bir sıkıntı, ıstırap, ve özsaygı yitimi sebebidir. Yoksulluk, "normal yaşam" olarak kabul edilen her şeyden mahrum bırakılma demektir. "İstenilen düzeyde olmama" demektir. Bu durum, kendini beğenmeme, utanç ya da suçluluk duymayla sonuçlanır. Yoksulluk, ayrıca, mevcut toplumda "mutlu bir yaşam"ı ifade eden tüm imkânlardan yoksun bırakılmak, "hayatın sunmak zorunda olduğu"nu almamak anlamına da gelir. Bu da kendini değersiz görmeyle, şiddet içeren ve katı davranışlar biçiminde beliren kin ve öfkeyle ya da her ikisiyle sonuçlanır. Bir tüketim toplumunda, "normal yaşam", zevkli duyumlar ile parlak deneyim fırsatlarının görkemli bir gösteri şeklindeki kamusal teşhiri arasında tercihlerini yapmakla meşgul tüketicilerin yaşamıdır. "Mutlu bir yaşam", bir çok fırsat yakalamak ve çok azını kaçırmakla ya da hiçbirini kaçırmamakla, en fazla bahsedilen ve böylece en çok arzu edilen fırsatları yakalamakla ve bunları başkalarından daha geç değil, tercihen daha erken yakalamakla tanımlanır.
Tüm diğer toplum türlerinde olduğu gibi, tüketim toplumu yoksulları da mutlu yaşam şöyle dursun, normal yaşama bile erişemeyen insanlardır. Yine de tüketim toplumunda mutlu ya da sadece normal bir yaşama erişememek başarısız ya da yeterince tüketemeyen tüketici olmak demektir. Ve böylece tüketim toplumunun yoksulları, her şeyden önce sakat, arızalı, kusurlu ve noksan, diğer bir deyişle yetersiz olarak tanımlanırlar ve kendilerini de böyle tanımlarlar.
Tüketim toplumunda toplumsal aşağılanmaya ve "iç sürgün"e neden olan her şeyden önce,bireyin tüketici olarak yetersizliğidir. Unutulmanın, yoksun bırakılmanın ya da aşağılanmanın, başkalarının girebildiği toplumsal şölenden dışarıya atılmanın üzüntüsüne dönüşen bu yetersizlik, tüketici görevlerini yerine getirememenin güçsüzlüğüdür. Tek çare, onur kırıcı bir durumdan kurtulmanın tek çıkışı, bu tüketici yetersizliğinin üstesinden gelmek gibi gözükmektedir.
Peter Kelvin ve Joanna E. Jarrett'ın tüketim toplumunda işsizliğin sosyal-psikolojik sonuçlarıyla ilgili öncü çalışmalarında tespit ettikleri gibi, durumun bir yönü özellikle işsizler için üzücüdür: "Hiç bilmeyecek gibi gözüken boş zaman", onların "bu zamanı kullanabilme güçsüzlüğü" ile birleşiyor. "Günlük yaşamlarının büyük kısmı düzene koyulmamış durumda" olmasına rağmen, işsiz bu zamanı anlamlı, tatminkâr ya da değerli olarak görülen bir şekilde düzenlemek için hiçbir araca sahip değil:
Eve tıkılı kalma hissi işsizlerin en sık şikâyetlerinden biri... işsiz insan yalnızca kendini sıkılmış ve hüsrana uğramış olarak görmüyor, [fakat] kendisini böyle görmesi (zaten gerçekten de böyledir) onu ayrıca sinirli de yapıyor. Sinirlilik işsiz insanın günlük yaşamının daimi bir özelliği haline geliyor.
Stephen Hutchens araştırmaya katılanlardan (işsiz genç erkek ve kadınlar) yaşadıkları hayat tarzı için hissettikleri hakkında şu bilgileri aldı: "Sıkılmıştım, kolayca depresyona giriyordum, çoğu zaman sadece evde oturuyor ve gazete okuyordum." "Hiç param olmuyor ya da yeteri kadar olmuyor. Gerçekten sıkılıyorum." "Evde çok kalıyorum, sadece param olduğunda, o da böbürlenecek kadar hiç değil, arkadaşları görmek ve bara gitmek için çıkıyorum." Hutchens bulgularını şu sonuçla noktalıyor: "İşsiz olma tecrübesini tanımlayacak en yaygın sözcük kesinlikle "sıkıcı"dır... Sıkıntı ve zaman sorunları; "yapılacak hiçbir şey"i olmamak... "
Sıkıntı, tüketim dünyasında yeri olmayan ve tüketim kültürünün yok etmeye çalıştığı bir şikâyettir. Tüketim kültürünün tanımladığı şekilde mutlu bir yaşam, sıkıntıya karşı bir yaşam, içinde devamlı "bir şeylerin olduğu", yeni, heyecanlı, yeni bir şeyler olduğu için heyecanlı bir yaşamdır. Tüketim kültürünün sadık eşi ve kaçınılmaz tamamlayıcısı tüketim piyasası hüzne, bezginliğe, aşırı doymaya, melankoliye, öfkeye, bıkkınlık ve iç geçmesine -rahatlık ve bolluk içinde geçen bir yaşama bir zamanlar musallat olan tüm rahatsızlıklara karşı bir sigortadır. Tüketim piyasası hiç kimsenin hiçbir zaman "her şeyi denemiş olmak" tan ve böylece hayatın sunmak zorunda olduğu hazlar bütününü tüketmekten dolayı çaresiz ve umutsuzca kederli hissetmemesini temin eder.
Freud'un tüketim çağının hücumundan önce işaret ettiği gibi, mutluluk diye bir durum yoktur; sadece kısa bir süre için, rahat bırakmayan bir ihtiyacımızı tatmin ederken mutlu oluruz, fakat hemen sonrasında sıkıntı başlar. Arzu edilen nesne onu arzu etmek için bir sebep kalmayınca cazibesini yitirir. Bununla birlikte tüketim toplumu Freud'dan daha yaratıcı olduğunu kanıtladı. Freud'un erişilmez olduğunu düşündüğü mutluluk durumunu hayal etti. Arzuların, onları yatıştırmak için geçen zamandan daha hızlı bir şekilde uyanmaları ve arzulanan nesnelerin, onlara sahip olmaktan sıkılmak ve rahatsız olmak için geçen zamandan daha hızlı bir şekilde değiştirilmesi için gerekeni yaparak bunu başardı. Hiçbir zaman sıkılmamak tüketici yaşamının normudur ve gerçekçi bir norm, erişilebilir bir hedeftir. Böylece bu hedefi vuramayanlar, diğer insanların kınama ve küçümsemelerinin hedefi olurlarken sadece kendilerini suçlamak zorundadırlar.
Sıkıntıyı hafifletmek için paraya -eğer sıkıntı hayaletinden bir seferde tam olarak kurtulmak ve "mutluluk durumu"na erişebilmek isteniyorsa çok fazla miktarda paraya- ihtiyaç vardır. Arzu etmek bedavadır, fakat gerçekçi olarak arzulamak ve bu şekilde arzuyu zevkli bir durum şeklinde yaşayabilmek kaynak gerektirir. Sıkıntıya karşı ilaçlar NHS reçetelerinde mevcut değildir. Sıkıntının tedavi edildiği yerlere (alışveriş, eğlence ya da sağlık ve vücut merkezleri gibi) giden yol paradır; sadece içlerinde bulunmanın bile tek başına hastalığın çıkışına engel olduğu, koruyucu ilaçların en etkilisi olan yerler; başlıca hedefi, arzuları, canlı, dindirilmemiş ve dindirilemez, umulan tatmin yardımıyla hâlâ zevk alabilir kılmak olan yerler.
Yani, sıkıntı, tüketim toplumuna özgü diğer tabakalaştırıcı faktörlerin -tercih bolluğu ve özgürlüğü, hareket özgürlüğü, mekânı iptal etme ve zamanı düzenleyebilme gücü doğal psikolojik sonucudur. Tabakalaşmanın psikolojik boyutu olarak sıkıntı başarılı tüketici olamayanlarca en ıstıraplı biçimde hissedilen ve en öfkeli biçimde karşı çıkılan şeydir. Sıkıntıdan kaçmak ya da onu yatıştırmak için duyulan umutsuz istek muhtemelen bu kişilerin eylemlerinin başlıca güdüsüdür.
Bununla birlikte eylemlerinin amacına ulaşma ihtimali çok düşüktür. Tüm tuhaf, düzensiz ve yenilikçi karşı-tedbirler yasaya aykırı diye sınıflandırılırken ve bunları kullananlar kanun ve düzen koruyucuların cezai yetkileriyle karşı karşıya getirilirken, yoksulluk içindekiler sıkıntıya karşı müşterek çarelerden yararlanamazlar. Paradoksal olarak, ya da aslında pek de paradoksal olmayarak, yoksul insanın kanun ve düzen güçlerine kafa tutarak meydan okuması zengin tüketicinin, arzu edilen ve izin verilen risklerin dikkatle dengelendiği iyi huylu, sıkıntı-karşıtı maceralarının yerine geçebilir.
Eğer yoksulların durumunun belirleyici niteliği arızalı bir tüketici olmaktan ileri geliyorsa, yoksul bir çevrede olanların zamanlarını düzenleme amacıyla, özellikle anlamlı ve hoş olarak kabul edilebilecek alternatif yollar bulmak için birlikte yapabilecekleri fazla bir şey yoktur. Tembelliğin yükü devamlı işsizin evi üzerinde tehlikeli biçimde sallanıp durur. Ve buna karşı, (1930'lardaki büyük bunalımda olduğu gibi) evin etrafındaki abartılı, gösterişli ve sonuç itibarıyla ayinsel meşguliyetle mücadele edilebilir; yerler ve pencereler ovulur, duvarlar, perdeler, çocukların pantolon ve etekleri yıkanır, arka bahçelerle ilgilenilir. Buna rağmen, yetersiz bir tüketici olmanın damgasına ve utancına karşı direnebilmek için yapılabilecek pek bir şey yoktur; eksik tüketicilerin yaşadığı gettolarda bile. Eksiksiz tüketici olmanın standartları, mahallenin göz kulak olduğu alandan çok daha uzakta, tüketici saadeti için parlak ekranlar ve gazeteler tarafından günde yirmi dört saat belirlendikleri ve devamlı yükseltildikleri sürece çevrenizdeki insanların standartlarına erişemezsiniz. Yaşanılan çevrenin üstün yaratıcı yeteneğinin bulabileceği hiçbir çare rekabet edemez, öz tatmini garanti edemez ve daha aşağıda olmanın keskin acısını dindiremez. Kişinin tüketici olarak yeterliliğinin değerlendirilmesi uzaktan kumanda edilmektedir ve mahkeme hükmüne itiraz edilemez. Jeremy Seabrook'un okurlarına hatırlattığı gibi, günümüz toplumunun sim "suni olarak yaratılmış ve özel anlamlı bir yetersizlik geliştirilmesinde yatar ve “insanların sahip oldukları şeylerle tatmin olduklarını ifade etmelerinden daha fazla bu toplumun temellerini “hiçbir şey tehdit edemez.” Böylece insanların sahip oldukları şeyler önemsizmiş gibi gösterilir, daha iyi durumda olanların gerçekleştirdiği ölçüsüz tüketimin fazla aşikâr ve sıkıntı verici teşhiri tarafından küçük gösterilir: "Zenginler evrensel hayranlığın hedefi haline gelirler."
Evrensel hayranlığın kişisel kahramanları olarak gösterilen zenginlerin bir zamanlar, yaşamları azimle ve harfi harfine uyulmuş çalışma etiğinin yararlı sonuçlarının ideal örneği olan, "kendi gayretleriyle başarılı olmuş kişiler" olduğunu hatırlatalım. Artık durum böyle değildir. Artık bu sevginin kaynağı servetin kendisidir; en süslü ve en savurgan hayatın garantisi olan servet. Önemli olan şey, yapılması gereken ya da yapılan değil, yapılabilendir. Zengin kişilerde evrensel olarak hayran olunan şey onların, hayatlarının kapsamını -nerede, kiminle birlikte yaşanacağı titizlikle seçme ve gerek gördüklerinde çaba göstermeden değiştirme kabiliyetleridir. Onlar asla geri dönüşü olmayan noktaya gelmezler, onların reenkarnasyonlarının sonu yokmuş gibi görünüyor ve gelecekleri daima içerik olarak daha zengin ve geçmişlerinden çok daha baştan çıkarıcıdır. Dahası, onları ilgilendiriyor gözüken tek şey servetlerinin halka dağıttığı umutların çokluğudur. Bu insanlar, gerçekte, tüketim estetiği tarafından yönlendirilirler; onların büyüklüğünde ve onlara duyulan evrensel hayranlıkta yatan şey finansal başarıları değil, uzmanlıkları, çalışma etiğinin kölesi olmaları değil, bu estetiğin efendileri olmalarıdır.
"Yoksullar zenginlerden ayrı bir kültürde yaşamıyor" diye hatırlatıyor Seabrook. "Parası olanların yararı için tasarlanmış aynı dünyada yaşamak zorundalar. Onların yoksulluğu, ekonomik gerileme ve küçülmeyle arttığı gibi ekonomik büyüme ile de şiddetleniyor." Burada "ekonomik büyüme ile şiddetlenmenin iki anlamda olduğunu" ekleyelim.
İlk olarak, bugünkü şekliyle "ekonomik büyüme"den kastedilen ne olursa olsun, bu, işlerin yerine "esnek emek"in, iş güvencesinin yerine "değişken kontratlar"ın, süreli hizmetlerin ve rastgele kiralanmış emeğin yerine geçmesini de beraberinde getirmektedir; küçülme, yeniden düzenleme ve "rasyonelleştirme" -hepsi istihdam hacminin azaltılmasıyla özetlenir- de bunlarla birliktedir. Bu gibi "büyüme faktörleri"nin en ateşli savunucusu ve Batı Dünyası'nın en şaşırtıcı "başarılı ekonomisi" olarak alkışlanan Thatcher-sonrası, öncü İngiltere'nin, aynı zamanda dünyanın zengin ülkeleri arasında yoksulların en sefil duruma geldiği ülke olması gerçeğinden daha dikkat çekici biçimde bu bağlantıyı gösteren hiçbir şey yoktur. BM Kalkınma Programı'nın son İnsani Gelişim Raporu'na göre, Britanya'nın yoksulları diğer Batılı ya da Batılılaşmış ülkelerdeki yoksullardan daha fakir durumdadır. İngiltere'de yaşlı insanların neredeyse dörtte biri yoksulluk içinde yaşıyor. Bu oran "ekonomik sıkıntıda"ki İtalya'dan beş kat, "geride kalmış" İrlanda'dan üç kat daha fazladır. İngiliz çocuklarının beşte biri yoksulluk içindedir; bu, Tayvan veya İtalya'dakinden iki ve Finlandiya'dakinden altı kat fazla bir orandır. Genel olarak, "‘yoksul gelirli’ insanların oranı [Bayan Thatcher'ın] hükumeti döneminde neredeyse % 60 arttı."
İkinci olarak, yoksullar yoksullaşırken en zenginler -tüketim faziletlerinin kusursuz örnekleri- daha da zenginleşiyor. En son "ekonomik mucize" ülkesi olan İngiltere’nin en yoksulları, herhangi bir diğer büyük Batı ülkesindeki yoksullardan daha az alım gücüne sahipken, en varlıklıları, o dillere destan Japon elitinin alım gücüne sahip olarak Avrupa’nın en zenginleri durumundalar. En fakir olanlar yoksul, en tepede ve maymun iştahlı olanlar ise, yoksulların önlerine serilen, hayran olmaları, gıpta etmeleri ve onlar gibi olmaya çalışmaları gereken yaşam örnekleridir. Ve böylece, tüm lekeleyici ve aşağılayıcı acısıyla birlikte "öznel anlamlı yetersizlik” düşen yaşam standartları ve artan göreceli (karşılaştırmalı) yoksulluğun çifte basıncıyla şiddetleniyor; bu çifte basınç, günümüzdeki, devlet müdahalesinden uzak, bırakınız yapsınlar şeklindeki ekonomik büyüme tarafından azaltılmak yerine pekiştiriliyor.
Yeryüzündekileri cennete çıkarmak için bir zamanlar tasarlanmış olan kamu-idareli görkemli uçan makinelerin önce benzinleri bitmiş, "devre dışı” politikalar hurdalığına atılmış ya da ardından polis arabalarına dönüştürülmüşken, tüketici hayallerinin sınırı olan gökyüzü daha da yükselmeye devam etmektedir.

Zygmunt Bauman, Çev:Ümit Öktem, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, İstanbul:Sarmal Yayınevi, 1999, ss.58-66.
Bir Tüketim Toplumunda Yoksul Olmak Bir Tüketim Toplumunda Yoksul Olmak Reviewed by Tarih ve Felsefe on 9.5.17 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.