Alexander Beydeman - Homeopathy Watching Horrors of Allopathy
Mevcut döneme [çağımıza] dair yapılan sosyolojik analizler, bir grup fenomeni
olarak kuşku’nun önemine dikkat çekerler. Çağımızın edebiyat ve sanatçıları, hem
içerik, hem de stil açısından kuşkuyu ürünlerinin temel teması yapmışlardır.
Bunun sonucu, en azından eğitim görmüş grupların içine sürüklendikleri
kuşku’nun, toplumun bilincinin de bu kuşku fenomeninin fikir ve sembollerinin
her yere ve her şeye nüfuz ettiği gerçeğinin farkına varmaları olmuştur. Bugün
artık çağımızı “kuşku çağı” olarak adlandırmak handiyse bütünüyle kabul gören
bir tanımlamadır. Bu tanımlama Avrupa için olduğu kadar Amerika için de aynı
ölçüde benimsenmektedir.
[...]
Ben “yokluk’ un [hiçlik’in] varlığı tehdit ettiği üç yönelim açısından üç farklı kuşku tipinin varlığından söz edebileceğimizi düşünüyorum. Yokluk, insanın ontik bakımdan kendini ifade etmesini, nispeten kader açısından ama kesin olarak da ölüm açısından tehdit etmektedir. Yokluk aynı zamanda insanın manevî olarak kendini-ifade etmesini, nispeten boşluk şeklinde, ama mutlak olarak da anlamsızlık şeklinde tehdit ediyor. Bu üç ayaklı tehdit, üç farklı kuşku şeklinde tezahür ediyor: Birincisi, kader ve ölüm kuşkusu (ya da kısaca söylemek gerekirse, ölüm kuşkusu). İkincisi, boşluk ve anlam kaybı (veya kısaca anlamsızlık) kuşkusu. Üçüncüsü ise suçluluk ve lanetlenmişlik (ya da kısaca, lanetlenmişlik) kuşkusu. Bu üç kuşku biçimi de nevrotik (ve psişik) kuşkuda olduğu gibi anormal zihin durumuna değil varoluşa ait olmak anlamında varoluşsal kuşku biçimleridir.
Anlamsızlık kuşkusu, insanın nihâî amacını, yani tüm anlamlara anlamını veren anlamı kaybetmeye dair bir kuşkudur. Bu kuşku biçimi, ne denli sembolik ve dolaylı olursa olsun, manevî merkez’in yani varoluşun anlamı sorununa verilen cevabın kaynağının yitirilmesinden kaynaklanan bir kuşkudur.
Bu üç farklı kuşku türü konusunda yaptığımız ayırımın ne denli anlamlı ve tutarlı olduğunu Batı medeniyeti tarihine baktığımızda kolaylıkla görebiliriz. Kadîm medeniyetin sonunda ontik şüphe’nin; Orta Çağlar’ın sonunda ahlâkî kuşku’nun, modern dönemin sonunda ise manevî kuşkunun belirginleştiğine ve hakim olduğuna şahit oluyoruz. Bununla birlikte, bir kuşku türünün hakim olduğu yerde, aynı zamanda, diğer kuşku türlerinin de var olduğunu, varlıklarını sürdürdüklerini vurgulamak gerekiyor, hiç kuşkusuz ki... Mutlakıyetçiliğin çöküşü, liberalizmin ve demokrasinin gelişmesi ve düşmanlarına karşı elde ettiği zaferlerle ve kendi çözülmesinin başlamasıyla birlikte teknik medeniyetin tırmanışa geçişi: İşte bu süreçler, üçüncü kuşku çağının veya döneminin sosyolojik olarak zuhurunun temel göstergeleridir. Tam bu noktada, boşluk ve anlamsızlık kuşkusu’nun büsbütün hakim olduğunu gözlemliyoruz. Dolayısıyla şu an manevî yokluk’un / hiçlik’in tehdidi ile karşı karşıyayız.
Bu üç kuşku türünün veya biçiminin her birinin de, bir dönemin sonunda belirginleşmeye ve hakim olmaya başlaması, oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Yerleşik, kök salmış anlam, iktidar / güç, inanç ve düzen yapıları çatırdamaya başladığı zaman, bireyde potansiyel olarak var olan kuşku, tüm farklı biçimleriyle aynı anda hakim olmaya ve yaygınlık kazanmaya başlıyor. Bu yapılar etkilerini, güçlerini ve benimsenmişliklerini devam ettirdikleri sürece, kuşkuyu, koruyucu katılım sistemi aracılığıyla sınırlamayı ve etkisiz hale getirmeyi başarıyorlar. Her ne kadar böylesi bir sistemin geliştirdiği kurumlara ve hayat tarzına katılan bir birey, kişisel kuşkularından büsbütün kurtulamıyorsa da, hiç olmazsa çok iyi bilinen yöntemlerle bu kuşkuları ve bunalımları aşabilmenin yollarına sahip olabiliyor. Sıklıkla kendisini veya mevcudiyetini yeni yollarla ve yöntemlerle korumaya çalışan eski ile eski’nin sahip olduğu kendine özgü güçten yoksun olan yeni arasındaki çatışma/lar, her yönden kuşku üretiyor. Böyle bir durumda, yokluk’un / hiçlik’in iki yüzü belirginlik kazanıyor: Bu iki yüz, (muhtemelen bu iki yüz’ün farkında ve bilincinde olmanın ifadesi olan) birden bire zuhur eden iki tür kabus biçimini andırıyor: Burada ortaya çıkan ilk kabus türü, böylesi bir durumdan kaçış’ın imkansızlığının ve tuzağa düşürülmüş olmanın yarattığı korkunun ifadesi olan kapalılığın ve kapanmışlığın yok edilmesinin yol açtığı kuşku’dur. Diğeri ise, ayakta ve hayatta kalınamayacak, sonsuz, şekilsiz ve uçsuz bucaksız bir mekana yuvarlanmak demek olan açıklığın yok edilmesinin neden olduğu kuşku’dur. Burada tasvir edilen durumları andıran bu tür sosyal durumlar, hem çıkış yolu olmayan bir tuzağın, hem de bomboş, kapkaranlık ve meçhul bir çukurun özelliklerine sahiptir. Aynı gerçekliğin iki yüzü de, bu durumlara bakakalan her bireyde var olan örtük kuşku’yu belirginleştirerek su yüzüne çıkarırlar. İşte biz şu an aynı gerçekliğin iki yüzü olan bu tuzağa ve çukura ürpererek bakmaktan başka bir şey yapamıyor olmanın ıstırabı içinde kıvranıp duruyoruz.
Paul Tillich, Çev:Suat Filmer, "Kuşku Çağı", Umran, Sayı. 89, 2002, ss.50-51.
[...]
Ben “yokluk’ un [hiçlik’in] varlığı tehdit ettiği üç yönelim açısından üç farklı kuşku tipinin varlığından söz edebileceğimizi düşünüyorum. Yokluk, insanın ontik bakımdan kendini ifade etmesini, nispeten kader açısından ama kesin olarak da ölüm açısından tehdit etmektedir. Yokluk aynı zamanda insanın manevî olarak kendini-ifade etmesini, nispeten boşluk şeklinde, ama mutlak olarak da anlamsızlık şeklinde tehdit ediyor. Bu üç ayaklı tehdit, üç farklı kuşku şeklinde tezahür ediyor: Birincisi, kader ve ölüm kuşkusu (ya da kısaca söylemek gerekirse, ölüm kuşkusu). İkincisi, boşluk ve anlam kaybı (veya kısaca anlamsızlık) kuşkusu. Üçüncüsü ise suçluluk ve lanetlenmişlik (ya da kısaca, lanetlenmişlik) kuşkusu. Bu üç kuşku biçimi de nevrotik (ve psişik) kuşkuda olduğu gibi anormal zihin durumuna değil varoluşa ait olmak anlamında varoluşsal kuşku biçimleridir.
Anlamsızlık kuşkusu, insanın nihâî amacını, yani tüm anlamlara anlamını veren anlamı kaybetmeye dair bir kuşkudur. Bu kuşku biçimi, ne denli sembolik ve dolaylı olursa olsun, manevî merkez’in yani varoluşun anlamı sorununa verilen cevabın kaynağının yitirilmesinden kaynaklanan bir kuşkudur.
Bu üç farklı kuşku türü konusunda yaptığımız ayırımın ne denli anlamlı ve tutarlı olduğunu Batı medeniyeti tarihine baktığımızda kolaylıkla görebiliriz. Kadîm medeniyetin sonunda ontik şüphe’nin; Orta Çağlar’ın sonunda ahlâkî kuşku’nun, modern dönemin sonunda ise manevî kuşkunun belirginleştiğine ve hakim olduğuna şahit oluyoruz. Bununla birlikte, bir kuşku türünün hakim olduğu yerde, aynı zamanda, diğer kuşku türlerinin de var olduğunu, varlıklarını sürdürdüklerini vurgulamak gerekiyor, hiç kuşkusuz ki... Mutlakıyetçiliğin çöküşü, liberalizmin ve demokrasinin gelişmesi ve düşmanlarına karşı elde ettiği zaferlerle ve kendi çözülmesinin başlamasıyla birlikte teknik medeniyetin tırmanışa geçişi: İşte bu süreçler, üçüncü kuşku çağının veya döneminin sosyolojik olarak zuhurunun temel göstergeleridir. Tam bu noktada, boşluk ve anlamsızlık kuşkusu’nun büsbütün hakim olduğunu gözlemliyoruz. Dolayısıyla şu an manevî yokluk’un / hiçlik’in tehdidi ile karşı karşıyayız.
Bu üç kuşku türünün veya biçiminin her birinin de, bir dönemin sonunda belirginleşmeye ve hakim olmaya başlaması, oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Yerleşik, kök salmış anlam, iktidar / güç, inanç ve düzen yapıları çatırdamaya başladığı zaman, bireyde potansiyel olarak var olan kuşku, tüm farklı biçimleriyle aynı anda hakim olmaya ve yaygınlık kazanmaya başlıyor. Bu yapılar etkilerini, güçlerini ve benimsenmişliklerini devam ettirdikleri sürece, kuşkuyu, koruyucu katılım sistemi aracılığıyla sınırlamayı ve etkisiz hale getirmeyi başarıyorlar. Her ne kadar böylesi bir sistemin geliştirdiği kurumlara ve hayat tarzına katılan bir birey, kişisel kuşkularından büsbütün kurtulamıyorsa da, hiç olmazsa çok iyi bilinen yöntemlerle bu kuşkuları ve bunalımları aşabilmenin yollarına sahip olabiliyor. Sıklıkla kendisini veya mevcudiyetini yeni yollarla ve yöntemlerle korumaya çalışan eski ile eski’nin sahip olduğu kendine özgü güçten yoksun olan yeni arasındaki çatışma/lar, her yönden kuşku üretiyor. Böyle bir durumda, yokluk’un / hiçlik’in iki yüzü belirginlik kazanıyor: Bu iki yüz, (muhtemelen bu iki yüz’ün farkında ve bilincinde olmanın ifadesi olan) birden bire zuhur eden iki tür kabus biçimini andırıyor: Burada ortaya çıkan ilk kabus türü, böylesi bir durumdan kaçış’ın imkansızlığının ve tuzağa düşürülmüş olmanın yarattığı korkunun ifadesi olan kapalılığın ve kapanmışlığın yok edilmesinin yol açtığı kuşku’dur. Diğeri ise, ayakta ve hayatta kalınamayacak, sonsuz, şekilsiz ve uçsuz bucaksız bir mekana yuvarlanmak demek olan açıklığın yok edilmesinin neden olduğu kuşku’dur. Burada tasvir edilen durumları andıran bu tür sosyal durumlar, hem çıkış yolu olmayan bir tuzağın, hem de bomboş, kapkaranlık ve meçhul bir çukurun özelliklerine sahiptir. Aynı gerçekliğin iki yüzü de, bu durumlara bakakalan her bireyde var olan örtük kuşku’yu belirginleştirerek su yüzüne çıkarırlar. İşte biz şu an aynı gerçekliğin iki yüzü olan bu tuzağa ve çukura ürpererek bakmaktan başka bir şey yapamıyor olmanın ıstırabı içinde kıvranıp duruyoruz.
Not: Bu metin, Paul Tillich’in The Courage To Be (Olmak Cesareti) (Yale UP, 1952) başlıklı kitabından çevrilmiştir.
Paul Tillich, Çev:Suat Filmer, "Kuşku Çağı", Umran, Sayı. 89, 2002, ss.50-51.
Kuşku Çağı
Reviewed by Tarih ve Felsefe
on
10.5.17
Rating: