Bu konferans 5 Ocak 1984 tarihinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde verilmiştir.
Sayın Bayanlar ve Baylar,
Bundan 3 yıl önce ailemle beraber bu cana yakın şehirde oturmak üzere buraya geldim. Biraz önce duyduğunuz gibi babam, Hans Freyer, o zaman Siyasal Bilimler Fakültesi'nde ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde profesördü. Bense genç bir Alman hukuk öğrencisiydim. 1950'lerde Türkiye'de ikametim, mesleğimi dolayısıyla hayatımı değiştirdi. Bu güzel ülkenin ve aziz öğretmenim Profesör Necati Lugal'in etkisiyle Almanların 'Doğu Dilleri Edebiyatı ve Tarihi' dedikleri konuya geçtim. Böylece Orta Doğu dillerinde ve İslam dini konusunda ihtisas yaptım. Daha sonra Birleşik Devletlere göçmen olarak gittim. Halen Washington'daki Georgetown Üniversitesi'nde Arapça Bölümünün Başkanı ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı Enstitüsü'nde Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs İleri Bölge Seminerlerinin Yöneticisi olarak görev yapmaktayım. Maalesef Türkçemi fazla kullanma fırsatını bulamadığım için Türkçem paslanmış bulunuyor. Ancak uzun bir aradan sonra döndüğüm bu aziz ülkeye karşı beslediğim hisler aynı tazeliğini muhafaza ediyor. Dolayısıyla bu ziyaretimin bir özlem seyahati olduğunu takdir edersiniz.
Bu arada burada birçok yenilikler yer almış. Bu şehirdeki gelişmeye ve bütün yarar ve sorunlarıyla birlikte gerçekleşen modernleşmeye hayran kaldım. Yalnız değişmeyen husus, Türklerin içtenliği ile cana yakınlığı, kuvvet ve dirayeti, zengin kültür ve bilgi kaynakları.
"Yuvaya dönüşüm" dolayısıyla bu şehirde oturan en samimi, sevgili dostlarıma ve hepinize en derin şükranlarımı sunarım. Bugün aranızda olmaktan sonsuz mutluluk duymaktayım.
Konferansımı orta çağ İslam dünyasının en seçkin ve üstün bilginine ayırmış bulunuyorum. Dünyanın ileri gelen büyük düşünürleri arasında yer alan İbn Haldun'un çeşitli tarihsel yorumlara yol açan kitabını Arnold Toynbee "insanoğlunun tüm çağ ve yerlerde yaratmış olduğu en büyük yapıt" olarak nitelendirmiştir. İbn Haldun'a ayrıca "sosyal bilimlerin babası" ve İslam aleminde "pozitif ya da tarihsel gerçek anlamda bilimsel" sosyal bilimlerin kurucusu sıfatı verilmiştir. İbn Haldun'un önem ve özgünlüğünü vurgulayan görüşlere katılmakla beraber onu bir pozitivist, hatta gerçek bir pragmatist olduğunu ileri sürenlerin kanaatlerini paylaşmadığımı ifade etmek isterim. Fakat bu konudaki görüşlerimi açıklamadan önce İbn Haldun ve yapıtlarına bir göz atmak, düşüncelerinin çerçevesini oluşturan nihai felsefi çerçeveyi ele almak gerekir.
İbn Haldun ulema sınıfına mensup üyelere benzemiyordu. İlahiyat ve hukuk öğrenimi gördüğü, yaşamını Kahire'de saygın bir yargıç olarak sonuçlandırdığı halde olağan bir hukukçu ve din bilgini sayılmıyordu. İbn Haldun her şeyden önce mahir bir politikacı ve birinci sınıf bir tarihçi idi. Kendisi ayrıca son derece dine bağlı ,koyu inanç sahibi bir kişilik taşıyordu. Bu çeşitli niteliklerin oluşturduğu terkip tarih felsefesine yansımış bulunmaktadır. İbn Haldun bir yandan genel ve özellikle İslam dünyasında karşılaşılan insan tabiatı hakkında çok gerçekçi bir görüşe sahip olmakla beraber, öte yandan Hazreti Muhammed'in peygamberliği ve İslamın ilk döneminde Medine'de kurulmuş bulunan teokratik devletin kutsallığı konusunda kesin inanç sahibi bulunuyordu.
İbn Haldun M.S. 1332 de Tunus'ta, daha önceleri İspanya'da saygın bir toplumsal konuma sahip, göçmen bir Arap ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İslam dünyasının bireyi olarak Kuzey Afrika kabile toplumların yapısını çok iyi biliyordu. Parıltılı ve haşmetli Orta çağ İspanyasının nasıl gelen Kuzey Afrika barbar kabilelerinin akınları nedeniyle fethedildiğini, bu kabilelerin oraya yerleştiklerini, kentleştiklerini, soysuzlaştıkları ve sonunda massedildiklerini çok iyi biliyordu. Yaşamının ilk yarısında İbn Haldun yoğun biçimde Kuzey Afrika politikasına katılmıştı. Mağripte bulunan birkaç prense yüksek makam sahibi sıfat ile hizmet etti, her defasında eski efendisini arkada bırakarak kazanan tarafın safında yer aldı, itibardan düştü sonra yeniden itibara kavuşturuldu, hapse girdi çıktı, özetle yaratıcı fakat tehlikeli bir mesleki yaşam izledi.
Günümüz terimleri yaşamının orta bunalımı diyebileceğimiz noktasında, 43 yaşında bulunduğu sırada, politikadan çekilip ücra bir çöl kalesine çekilerek, "İslam dünyasının tarihi"ni (Kitab al'-iba) ve onun kuramsal girişimi olan "Mukaddime"yi kaleme aldı. 1382 de, elli yaşına geldiği zaman Mağribi bırakıp haç faraziyesini yerine getirmek üzere Mekke'ye gitti. Bildiğiniz üzere Orta çağda hac çok kez bir çıkmaza girdiklerini duyan Müslümanlar için nihai bir çözüm yolu sayılıyordu. Bu çıkmazlar çeşitli olabiliyordu: olumsuz bir siyasi, mesleki ya da bireysel durum. O devirde hacca gitmek demek aylar, bazen yıllar, hatta bazı hallerde tümden iç politika baskılarından kurtulmak anlamına geliyordu. İbn Haldun'un yolculuğu onu ancak Kahire'ye kadar götürdü: Orada saltanat süren ve kendisinin çok iyi bir bilgin olduğunu bilen Memluk Sultanı Maliki onu mezhebinin baş kadılığına getirdi. İbn Haldun 1406,da Kahire'de öldü. Ölmeden kısa bir süre önce, 1401 de Şam'ın surları dışında karargah kurmuş olan dünya fatihi Timur'la bir mülakat yapma fırsatına kavuştu. Timur onunla Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacı ile görüşmek istemişti. Fakat İbn Haldun bu çeşit bir tuzağa düşmeyecek kadar deneyimli idi, bu bilgiler yerine Timur'a göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda bir konferans verdi. Timur da bu durum karşısında kendisinden bir hizmet talep etmekten vazgeçti.
İbn Haldun'un Timur'a söyledikleri Mukaddime'de işlediği ve yazmış olduğu "İslam dünyasının tarihi" adlı yapıtın girişini oluşturan fikirlerinin özeti idi. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: İnsan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın vermiş olduğu düşünme gücüne dayanarak birbiri ile işbirliği haline gelmeye başlayıp bir takım toplumsal kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür doğmuş demektir. Bu kültür grubun toplumsal alışkanlıkları, ortak başarıları ve kurumlarından oluşmaktadır.
Her çeşit beşeri işbirliği birbirinden taban tabana zıt iki çeşit çevrede oluşmaktadır: "hadara" yani kentsel çevre ve "bedevi" yani çöl çevresinde. (Sonuncu çevreye, ücra, küçük kırsal yerleşim birimleri de girmektedir.) İnsan grupları neden çap ve başarı açısından farklılaşmaktadır? Eğer tüm insanlar eşit ölçüde işbirliği yapmak gereksinimini duysalar, bunun sonunda ortaya çıkan toplumsal örgütlenme ne nicelik ne de çap açısından farklı olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması (asabiye) dir. Bu grup dayanışması çölde ilkel bedevi grupların yaşadığı, insanların kan bağı ile bağlı bulunduğu, grup dayanışma duygusunu geliştiren ortak cetler, ortak çıkarlar ve ortak hayat/ölüm deneyimlerin olduğu yerde doğal bir haldir. Tipik ilkel bir grup ufaktır, siyasal kurumları basittir; bu ilişkiler özde gerçek ya da farazi hısımlık bağlarına ve yaşlılara karşı gösterilmesi gereken saygı ve itaate dayanmaktadır.
Hükümdar, ataları ve eylemleri nedeni ile asil sayılanıdır. İç çatışmalar yaşlı ve akil olanların hakemliğine başvurmak suretiyle çözümlenir. Fakat küçük grubun çap olarak büyümesi ve hükümran olan ailenin içinde beliren fikir ayrılıkları grup-içi mücadelelere yol açmaktadır. En yoğun grup-içi dayanışmaya sahip olan diğer alt gruplara galebe çalar ve onlara baskı yolu ile egemen olur. Böylece grup duygusunun üstünlüğü,: bir grubu diğerlerine kıyasla üstün kılmaktadır. En güçlü ve var olan grup dayanışması konusunda en güçlü ve doğal talep hakkına sahip olan aile ya da birey hükümran olacaktır. Yeter güç ve önemde bulunan grup desteği denetleyebilen önder bir hanedan ve devlet kurma olasılığına sahiptir.
Grup dayanışması fütuhata da götürebilir. Tüm ilkel kültürler uygarlıklara doğru yönelmektedirler. Yine tüm ilkel gruplar iktidar, servet ve serbest zamana ulaşma isteklerini beslemektedirler. Onlar ya var olan uygar bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Tüm ilkel gruplar dayanışma, iç tesanüt, direniş gücü, cesaret ve güce sahiptirler. Bununla beraber bazıları, faziletleri bir takım eksiklikler nedeni ile kısıtlandığı için, çabalarında sınırlandırılmış bulunurlar. Bu durumlarda, ,eksikliklerini gidermek ve yeni bir imparatorluk ya da uygarlığı fethetmek veya kurmak üzere ek bir güce gereksinme duyarlar. Bu ek güç dinden kaynaklanmaktadır. Din, diğer bütün toplumsal güçler gibi, yerleşebilmek için dayanışmaya muhtaçtır. Dolayısıyla genellikle güçlü dayanışmaya sahip gruplar içinde gelişir. Daha sonra din yeni bir dayanışma türü yaratmaktadır, bu dayanışmanın türettiği sadakat ise dünyevi istekler ya da hısımlığın yarattığı dayanışmadan çok üstün bir sadakat oluşturmaktadır. Bin bir uygarlığın yaratılışında en üstün güçtür, yasaları ise onu muhafaza etmek için en etkili olanlarıdır.
Uygarlık ya da kent yaşamının merkezi etrafında oluşan kültür, ilkel kültürlerde başlamış,olan yaşamın tamamlanmış doğal biçimidir. İlkel kültür, kültürün tamamlanmamış bir türüdür. İnsanoğlunun sadece asli gereksinmelerini karşılar. Kentsel kültür gelişmiştir. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insanın yoğun kümeler halinde birlikte yaşadığı zaman ,ortaya çıkabilir. Bunun için bazılarının herkes için üretimde bulunması ve çok sayıda artı emeğin lüks eşyaları üretmesi gerekir. İşte o zaman insanoğlu us ve fikir açısından ulaşmak istediği daha yüksek özlemleri karşılayacak zaman ve enerjiyi bulabilmektedir. Fakat' bütün lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını da taşımaktadır. Özgün grupta karşımıza çıkan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaktadır. Tüm toplumlar, devletler, kentler, ekonomiler ve kültürel çabalar bu kaçınılmaz, devrevi gelişmeye tabidirler. Hepsi basit ve güçlü bir başlangıca sahiptirler, belli bir yükseliş noktasına kadar gelişirler ve sonra yozlaşmış olarak gerilerler.
İbn Haldun'un temel ilgisi siyasette olmaya devam ettiği için en fazla ilgisini çekmiş olan konu, devletin doğuş ve yıkılışı idi. İbn Haldun bu konuda beş aşama belirlemektedir: Bir devlet tüm devreyi üç, dört kuşak hükümdar yolu ile kat edebilmektedir. Başlangıçta, yerleşme aşaması ile karşı karşıyayız. Grup dayanışması burada aile ve din bağlarına dayanmaktadır ve devletin korunması açısından zorunludur. Hükümdar bir kral ya da lorddan çok bir şeftir. Kendisi de dinin kurallarına uymak zorundadır. İkinci aşamada hükümdar, iktidarı tekeli altına almaya başlamaktadır. Mutlak bir efendi olur. Hükümdarın bu iktidar tekeli doğal grup dayanışmasına dayanan egemenliğin doğal ve zorunlu sonucudur. Hükümdar şimdi iyi düzenlenmiş bir devleti kurabilecek güçtedir. İktidarın tekelleşmesini gerçekleştirmek amacı ile onunla güç paylaşanları ortadan kaldırmakta, kendisini başta desteklemiş olan doğal dayanışmayı tasfiye etmektedir ve bir kan bağı ya da dine dayalı dayanışma yerine şahsına karşı sadık olan bürokrat ve paralı askerlerin desteğini satın almaktadır.
Ücretli ordu ve idari bürokrasiden başka bir grup bilgin danışmanlar devleti hükümdarın isteğine uygun olarak muhafaza etmek üzere aracı olmaktadırlar. Bu danışmacı kurul konusunda İbn Haldun bilginlerin kötü siyasal danışmanlar olduklarını vurgulamaktadır. Onlar ayrıntılardan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri,toplum sal ve siyasal olguları tek başlarına değerlendirmek yerine başkaları ile kıyaslama yolu ile değerlendirdikleri için olumsuz siyasal öğütler vermeye yatkındırlar. Hükümdara verilecek iyi siyasal öğüt, "ortalama zeka sahibi, alelade kişi"lerden gelmektedir.
Üçüncü aşama lüks ve debdebe ile geçen zamandır. Bu aşama boyunca hükümdar otoritesini (yetkesini) kişisel gereksinmelerini karşılamak için kullanmaktadır. Kişisel gelirini arttırma amacı ile tebaasının vergi yükünü azaltmak suretiyle devletin mali kaynaklarını yeniden düzenlemektedir.
Böylece küçük ödemelerden geniş bir gelir sağlamaktadır. Bunlar kentleri güzelleştirmek ve diğer kamu işleri gerçekleştirmek üzere sarf etmektedir. Herkes ekonomik refahta payını almaktadır, güzel sanat, bilim ve el sanatları teşvik görmektedir, yeni hakim sınıf, hatta orta sınıfın üst tabakası bile kültürel hedef ve projelerin istekli koruyucuları haline gelmektedir. Egemen olan iklim refah ve serbestidir, herkes dünyanın nimet ve rahatlıklarından payını almaktadır. Bu üç aşamanın hepsinde hükümdarlar güçlü, bağımsız ve yaratıcıdır. Kendi istekleri ile tebaalarının isteklerini onların kölesi olmaksızın tatmin etmektedirler. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan ekonomik refah hükümdara ek bir iktidar kaynağı sağlamaktadır.
Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme ile geçmektedir. Lüks ve rahat bir alışkanlık olmuştur. Yöneten ve yönetilenler bu durumun ebediyen sürecekleri inancındadırlar. Bu durum gerçekten de bir zaman sürmektedir. Bu sürenin uzunluğunu devletin kurucularının gücü ve başarılarının sağlamlığı belirlemektedir. Şu kadar ki bu aşama içinde devlet farkına varılmadan gerilemeye ve çözülmeye başlamıştı ve sefahat ile israftan oluşan beşinci aşama başlamaktadır.
Bu aşamada din ve dayanışmanın başlangıçta sağladığı yaşamsal güçlerin tahrip edildiği ve hısımlığın sağladığı doğal ve güçlü sadakatin yerine hükümdar uğruna bir özveride bulunmaya yanaşmayan ordu ve bürokrasinin satın alınan desteğinin geçtiği görülmektedir. Hükümdar lüksünü ve iki grubun desteğini sürdürebilmesi için vergileri arttırma zorundadır. Bunun sonucu olarak yeni arttırılan vergi ödenekleri küçülen ve sürekli azalan bir gelir kaynağı oluşturmakta, çünkü bu tür bir vergi politikası ekonomik faaliyetleri ürkütmektedir. Devletin geliri azaldığı ölçüde, hükümdar yeni taraftarlarını destekleme olanağını yitirmektedir.
Konfor ve lüks ün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaaf ve kötü huyların yayılmasına neden olmaktadır. İlkel yaşamın başlangıcındaki haşin ve mert davranış biçimleri unutulmaktadır. Halk gevşek bir yaşam biçimine dönmüştür. Yönetilenlerin ümitleri zayıflamıştır, kamuoyu bezginlik içindedir, ekonomik faaliyet ve inşaat projeleri duraklama haline gelmiştir. İnsanlar uzun vadeli planlar yapamaz olmuşlardır. Doğum hızı gerilemektedir. Fiziksel bir zayıflığa düşen tüm nüfus, çevre sorunları ile karşı karşıya bulunan büyük ve kalabalık kentlerde yaşamaktadır. Devlet çözülmeye başlamıştır. Merkezden uzak bölgelerde yaşayan prensler, generaller, memnun olmayan soydaşlarla yabancı fatihler belli toprak parçalarını devletin denetiminden koparmaktadırlar. Devlet, küçük iller ve onun alt birimleri haline bölünmektedir. Başkentte bile silahlı kuvvetlerle bürokratlar entrikalar yolu ile hükümdarın otoritesine sahip olmaya çalışmaktadır, hükümdarın sadece makam ve sıfatını bırakmaktadırlar. Nihayet dışarıdan gelen genç, sağlıklı bir grubun istilası devletin yaşamını sona erdirmekte ya da gerileme adım adım devam ederek devleti "yağı bitmiş olan bir lambanın fitili"ne benzer şekilde söndürmektedir. Her fütuhat yeni bir başlangıcın işareti olmayabilir. Uygarlıklar ilkel fatihlere çekici gelmektedir, bu yüzden onlar buldukları gelenek ve uygulamaları benimsemeye çalışırlar. Her sanat ve bilimin öğrenilmesi -ne kadar güç olursa olsun- bir alışkanlık haline gelmekte, dolayısıyla başkasına öğretilebilmektedir, yeter ki doğru öğretim yöntemleri bilinsin ve siyasal çalkantılar fazla şiddetli ve yıkıcı olmasın. Böylece tüm siyasal yaşam, sonu olmayan, durmadan tekrarlanan dönemlerden oluşmaktadır. Bir dönemden diğerine bir ilerleme yoktur. Gelişme kavramı İbn Haldun'un felsefesinin tümünde olduğu gibi Arap orta çağ düşüncesinde yer almaktadır.
İbn Haldun hanedan, devlet ve kültürlerin gelişim ve çöküşünü laik kavramlarla açıklarken, kendisinden önce ve yaşadığı devirde yaşamış olan dindar hukukçu-ilahiyatçılardan çok daha hakiki biçimde orta çağ İslam alemini tasvir etmiştir. Böyle olmakla beraber İbn Haldun içtenlikle inanç sahibi idi ve kendisi, bu ütopyayı canlı tutmay çalışan dindar yazarlardan farksız bir biçimde bu erken dönemlerin teokrasisine önem veriyordu. O halde İbn Haldun İslamın başlangıcım ne şekilde açıklamaktadır?
İbn Haldun bunu değişik düzeylerde yapmaktadır. Onun açıklamalarına göre gelişmeler her zaman haşin biçimde oluşmamıştır. Yükseliş ve gerileme akımı daima kaçınılmaz bir olgu değildir. Gerek İslamın kuruluşu, gerekse İslamiyetin ilk dönemlerinde beşeri işlere doğrudan doğruya ilahi bir müdahale yapılmıştır. Birkaç kuşak boyunca grup dayanışması önemsizdi, buna karşın Allah'ın iradesine boyun eğme her şeydi.
Dinin en önemli güç sayıldığı zaman M.S. 632-641 arasındaki ortodoks Hilafet, Emevi Krallığı ile Abbasi imparatorluğunun ilk yıllarını kapsayan dönemlerdi. Bu dönemler boyunca cemaat gelişip serpildi ve fetihler yapıldı. Fakat sonra bu yolda kazanılan deneyimler soldu ve ilk başta yarattıkları muazzam etki kayboldu. İslam dini birlik ve anlaşmayı yaratan tek kaynak olmaktan çıktı - işte o zaman grup dayanışmasının ürünü olan eski, gizemli, pekiştirici güce ihtiyaç duyuldu. Ve inanç gücünü muhafaza edemeyen insanoğlu devrevi varlığın insaf tanımayan haşinliğe dönmek zorunda kaldı. İslam cemaati, Allah'ın ve yeni dinin buyruklarına sadık kalmak, maddecilik, hırs ve rüşvetten uzak kalmak suretiyle bu devreyi atlatabilirdi. Fakat bu konudaki günahkar başarısızlık onların özgürlüklerini kaybetmelerine yol açtı, böylece de gerileme kaçınılmaz oldu.
İbn Haldun'un "laiklik" ve "modernleşme" sorunlarına yaklaşım tarzı ile ilgili birkaç düşünceyi ileri sürmezden önce şurasını belirtmek gerekir: İbn Haldun'un fikirleri birkaç bakımdan içinde yaşadığı ve çalıştığı, fikren çok durgun sayılan toplum için fazla gerçekçi ve fazla devrimci idi. On dördüncü yüzyılın sonu ve on beşinci yüzyılın başındaki Arap düşüncesi üzerinde herhangi bir etkisi olduğuna dair hemen hiç bir kanıt yoktur.
İbn Haldun ancak 16., özellikle 17.yüzyılda yeniden keşfedildi, onun değerini ortaya koyup yorumlayanlar ise Osmanlılar olmuşlardır.. İbn Haldun onlara fazlası ile çekici geliyordu. 16., 17. ve 18. yüzyıllarda İbn Haldun'un eserlerinin incelenmesi Osmanlı fikir tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Avrupa ancak 19 ncu yüzyılda İbn Haldun'u okuyan Osmanlıları izlemeye başladı.
İbn Haldun siyasal gerçeği oluşturan temel ve özel ögeleri Ortaya koyarken, bir realist gibi davrandığı konusunda genel bir kanı egemendir. İslam toplum ve kültürlerin yükseliş ve düşüşlerinin tasvirinde, İbn Haldun'un siyasal gerçekliliği, toplumsal ve siyasal birimlerin somut örneklerine karşı duyduğu ilgi, yapıtlarına günümüz Müslüman yazarlarına kıyasla
bile daha "modern" bir tad kazandırmaktadır. Günümüz İslam yazarları genellikle düşüncelerinde daha çok mukaddesatçı ve ütopyalara yönelik fikirlere ağırlık vermektedirler.
Şu kadar ki din ve siyaset ilişkisine gelince, İbn Haldun'un siyasal pragmatizmi ile örneğin Machiavelli'nin siyasi felsefesi arasında büyük bir fark gözlemlenmektedir. Machiavelli "Nutuklar" ve "Hükümdar" başlıklı yapıtlarında ulusların ve uygarlıkların yükseliş ve düşüşleri konularında düşüncelerini oluştururken dini de toplumsal dayanışmanın ana kaynağı olarak görmektedir. İşin ilginç tarafı Machiavelli bu konuda düşüncelerini İbn Haldun'dan daha ileri götürmektedir. Machiavelli'ye göre uluslar dinin varlığı olmaksızın siyasal güç ve, tutarlılık üstünlüğünü egemen kılan ve böylece bireysel bencilliği sınırlandıran iyi kurumlar ancak dinin saygı görmesi halinde oluşabilir. Başka bir deyimle Machiavelli dini siyasal açıdan, yararlı saymaktadır. Şu kadar ki Machiavelli dini Allah'ın kula intikal ettirdiği mutlak gerçek ve hukuk olarak görmemekte, yine ayni görüşün etkisiyle dinin soysuzlaşmasını beşeri zaaf ve günahlara bağlamaktadır. Dinin yükselişi olduğu kadar çöküşü de Machiavelli'ye göre sadece gözlemlenebilen tarihi olaylardır. Ona göre din bir uygarlığın kuruluşunda, onun çöküşünü önlemede çok yararlı, hatta vazgeçilmez bir ögedir, fakat kendisi dinin temsil etmiş olduğu gerçeklere karşı tamamen ilgisiz kalmaktadır. Machiavelli gerçek bir pragmatist ve pozitivisttir. İbn Haldun'da ise her iki eğilim kesinlikle bulunmamaktadır. İbn Haldun'un tarihi olay ve gerçeklere verdiği büyük önem yapıtlarına pragmatik bir tat vermektedir. Ancak bu pragmatizm özünde geliştirmiş olduğu felsefeye yabancı düşmektedir, çünkü İbn Haldun somut ve özel olayları, onların çeşitlilik ve değişimini sadece bir başlangıç olarak algılamaktadır. Ona göre gerçek yapılar tarihin oluşturduğu bu kaba olayların altında yatmaktadır. İbn Haldun dini, en azından İslam dinini, sadece tarihi bir olay olarak karşılamamakta, aksine İslamı tüm tarihi ve siyasi gelişmelerin yönelmekte olduğu değişmez "temel ilkeleri" temsil eden mutlak bir gerçek olarak saymaktadır. Bu nedenle İbn Haldun iktidarı hiç bir' zaman dinden ayrı özerk, laik ve kendine göre ahlaki ölçüleri geliştirebilen bir güç olarak görmemiştir.
Son zamanlarda ise İbn Haldun'u böyle yorumlamak belli bir yaygınlık kazanmıştır. Ancak nasıl ki İbn Haldun hiç bir zaman devleti özerk, laik bir eylemler dizisi olarak kabul etmemiştir, din ve devletin bir birinden bağımsız olmasını ve devletin başka bir kaynaktan meşruluk kazanmasını ve kendi ahlakiliğini kazanması fikrini de benimsememiştir. Dolayısıyla kanımca İbn Haldun her şeyden önce Ortodoks İslam siyasi felsefe akımına bağlı kalmıştır. İbn Haldun tarih felsefesinde de insanoğlunun toplumsal ve siyasal tabiatım bilmenin zorunlu olduğu, ancak bu bilginin "insan ve toplumun gerçek, nihai amacını" bilmeksizin elde edilemeyeceği temeline dayanmaktadır. Batıda yaygınlık her zaman dinle siyasetin birbirinden kesinlikle ayrılması düşüncesi, başka bir deyimle siyasal gelişmenin, dinle siyaset ilişkisi ile ters orantılı olduğu fikri, köklerini Batı düşünce tarihinde, daha doğrusu batılı Renaissance'dan almaktadır.
Bu fikrin kendi uygarlığımız için salt iyilik ya da salt zarar getirip getirmediği ayrı bir sorundur. Fakat bu konudaki ideal kavram görünüşte İslamın en pragmatik, yine görünüşte en laik düşünürü İbn Haldun tarafından geliştirilmemiştir. İbn Haldun'un pragmatizminin altında onun köklü inançları yatmaktadır. Bu köklü inancın özünde ise ancak gerçek dinin Allah'ın yeryüzündeki krallığının kurulmasını ve sürekli bir altın çağın yaşatılmasını mümkün kılacağı düşüncesi yatmaktadır. İbn Haldun'a göre bu amaç gerçekleşirse, uygarlıkların tekrar tekrar doğmasına ve çökmesine ihtiyaç olmayacaktır.
Barbara F. Stowasser, "İbn Haldun'un Tarih Felsefesi: Devletlerin Ve Uygarlıkların Yükseliş Ve Çöküşü", Çev: Nermin Abadan Unat, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 39, Sayı. 1, 1984, s. 173.
Bundan 3 yıl önce ailemle beraber bu cana yakın şehirde oturmak üzere buraya geldim. Biraz önce duyduğunuz gibi babam, Hans Freyer, o zaman Siyasal Bilimler Fakültesi'nde ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde profesördü. Bense genç bir Alman hukuk öğrencisiydim. 1950'lerde Türkiye'de ikametim, mesleğimi dolayısıyla hayatımı değiştirdi. Bu güzel ülkenin ve aziz öğretmenim Profesör Necati Lugal'in etkisiyle Almanların 'Doğu Dilleri Edebiyatı ve Tarihi' dedikleri konuya geçtim. Böylece Orta Doğu dillerinde ve İslam dini konusunda ihtisas yaptım. Daha sonra Birleşik Devletlere göçmen olarak gittim. Halen Washington'daki Georgetown Üniversitesi'nde Arapça Bölümünün Başkanı ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı Enstitüsü'nde Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs İleri Bölge Seminerlerinin Yöneticisi olarak görev yapmaktayım. Maalesef Türkçemi fazla kullanma fırsatını bulamadığım için Türkçem paslanmış bulunuyor. Ancak uzun bir aradan sonra döndüğüm bu aziz ülkeye karşı beslediğim hisler aynı tazeliğini muhafaza ediyor. Dolayısıyla bu ziyaretimin bir özlem seyahati olduğunu takdir edersiniz.
Bu arada burada birçok yenilikler yer almış. Bu şehirdeki gelişmeye ve bütün yarar ve sorunlarıyla birlikte gerçekleşen modernleşmeye hayran kaldım. Yalnız değişmeyen husus, Türklerin içtenliği ile cana yakınlığı, kuvvet ve dirayeti, zengin kültür ve bilgi kaynakları.
"Yuvaya dönüşüm" dolayısıyla bu şehirde oturan en samimi, sevgili dostlarıma ve hepinize en derin şükranlarımı sunarım. Bugün aranızda olmaktan sonsuz mutluluk duymaktayım.
Konferansımı orta çağ İslam dünyasının en seçkin ve üstün bilginine ayırmış bulunuyorum. Dünyanın ileri gelen büyük düşünürleri arasında yer alan İbn Haldun'un çeşitli tarihsel yorumlara yol açan kitabını Arnold Toynbee "insanoğlunun tüm çağ ve yerlerde yaratmış olduğu en büyük yapıt" olarak nitelendirmiştir. İbn Haldun'a ayrıca "sosyal bilimlerin babası" ve İslam aleminde "pozitif ya da tarihsel gerçek anlamda bilimsel" sosyal bilimlerin kurucusu sıfatı verilmiştir. İbn Haldun'un önem ve özgünlüğünü vurgulayan görüşlere katılmakla beraber onu bir pozitivist, hatta gerçek bir pragmatist olduğunu ileri sürenlerin kanaatlerini paylaşmadığımı ifade etmek isterim. Fakat bu konudaki görüşlerimi açıklamadan önce İbn Haldun ve yapıtlarına bir göz atmak, düşüncelerinin çerçevesini oluşturan nihai felsefi çerçeveyi ele almak gerekir.
İbn Haldun ulema sınıfına mensup üyelere benzemiyordu. İlahiyat ve hukuk öğrenimi gördüğü, yaşamını Kahire'de saygın bir yargıç olarak sonuçlandırdığı halde olağan bir hukukçu ve din bilgini sayılmıyordu. İbn Haldun her şeyden önce mahir bir politikacı ve birinci sınıf bir tarihçi idi. Kendisi ayrıca son derece dine bağlı ,koyu inanç sahibi bir kişilik taşıyordu. Bu çeşitli niteliklerin oluşturduğu terkip tarih felsefesine yansımış bulunmaktadır. İbn Haldun bir yandan genel ve özellikle İslam dünyasında karşılaşılan insan tabiatı hakkında çok gerçekçi bir görüşe sahip olmakla beraber, öte yandan Hazreti Muhammed'in peygamberliği ve İslamın ilk döneminde Medine'de kurulmuş bulunan teokratik devletin kutsallığı konusunda kesin inanç sahibi bulunuyordu.
İbn Haldun M.S. 1332 de Tunus'ta, daha önceleri İspanya'da saygın bir toplumsal konuma sahip, göçmen bir Arap ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İslam dünyasının bireyi olarak Kuzey Afrika kabile toplumların yapısını çok iyi biliyordu. Parıltılı ve haşmetli Orta çağ İspanyasının nasıl gelen Kuzey Afrika barbar kabilelerinin akınları nedeniyle fethedildiğini, bu kabilelerin oraya yerleştiklerini, kentleştiklerini, soysuzlaştıkları ve sonunda massedildiklerini çok iyi biliyordu. Yaşamının ilk yarısında İbn Haldun yoğun biçimde Kuzey Afrika politikasına katılmıştı. Mağripte bulunan birkaç prense yüksek makam sahibi sıfat ile hizmet etti, her defasında eski efendisini arkada bırakarak kazanan tarafın safında yer aldı, itibardan düştü sonra yeniden itibara kavuşturuldu, hapse girdi çıktı, özetle yaratıcı fakat tehlikeli bir mesleki yaşam izledi.
Günümüz terimleri yaşamının orta bunalımı diyebileceğimiz noktasında, 43 yaşında bulunduğu sırada, politikadan çekilip ücra bir çöl kalesine çekilerek, "İslam dünyasının tarihi"ni (Kitab al'-iba) ve onun kuramsal girişimi olan "Mukaddime"yi kaleme aldı. 1382 de, elli yaşına geldiği zaman Mağribi bırakıp haç faraziyesini yerine getirmek üzere Mekke'ye gitti. Bildiğiniz üzere Orta çağda hac çok kez bir çıkmaza girdiklerini duyan Müslümanlar için nihai bir çözüm yolu sayılıyordu. Bu çıkmazlar çeşitli olabiliyordu: olumsuz bir siyasi, mesleki ya da bireysel durum. O devirde hacca gitmek demek aylar, bazen yıllar, hatta bazı hallerde tümden iç politika baskılarından kurtulmak anlamına geliyordu. İbn Haldun'un yolculuğu onu ancak Kahire'ye kadar götürdü: Orada saltanat süren ve kendisinin çok iyi bir bilgin olduğunu bilen Memluk Sultanı Maliki onu mezhebinin baş kadılığına getirdi. İbn Haldun 1406,da Kahire'de öldü. Ölmeden kısa bir süre önce, 1401 de Şam'ın surları dışında karargah kurmuş olan dünya fatihi Timur'la bir mülakat yapma fırsatına kavuştu. Timur onunla Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacı ile görüşmek istemişti. Fakat İbn Haldun bu çeşit bir tuzağa düşmeyecek kadar deneyimli idi, bu bilgiler yerine Timur'a göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda bir konferans verdi. Timur da bu durum karşısında kendisinden bir hizmet talep etmekten vazgeçti.
İbn Haldun'un Timur'a söyledikleri Mukaddime'de işlediği ve yazmış olduğu "İslam dünyasının tarihi" adlı yapıtın girişini oluşturan fikirlerinin özeti idi. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: İnsan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın vermiş olduğu düşünme gücüne dayanarak birbiri ile işbirliği haline gelmeye başlayıp bir takım toplumsal kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür doğmuş demektir. Bu kültür grubun toplumsal alışkanlıkları, ortak başarıları ve kurumlarından oluşmaktadır.
Her çeşit beşeri işbirliği birbirinden taban tabana zıt iki çeşit çevrede oluşmaktadır: "hadara" yani kentsel çevre ve "bedevi" yani çöl çevresinde. (Sonuncu çevreye, ücra, küçük kırsal yerleşim birimleri de girmektedir.) İnsan grupları neden çap ve başarı açısından farklılaşmaktadır? Eğer tüm insanlar eşit ölçüde işbirliği yapmak gereksinimini duysalar, bunun sonunda ortaya çıkan toplumsal örgütlenme ne nicelik ne de çap açısından farklı olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması (asabiye) dir. Bu grup dayanışması çölde ilkel bedevi grupların yaşadığı, insanların kan bağı ile bağlı bulunduğu, grup dayanışma duygusunu geliştiren ortak cetler, ortak çıkarlar ve ortak hayat/ölüm deneyimlerin olduğu yerde doğal bir haldir. Tipik ilkel bir grup ufaktır, siyasal kurumları basittir; bu ilişkiler özde gerçek ya da farazi hısımlık bağlarına ve yaşlılara karşı gösterilmesi gereken saygı ve itaate dayanmaktadır.
Hükümdar, ataları ve eylemleri nedeni ile asil sayılanıdır. İç çatışmalar yaşlı ve akil olanların hakemliğine başvurmak suretiyle çözümlenir. Fakat küçük grubun çap olarak büyümesi ve hükümran olan ailenin içinde beliren fikir ayrılıkları grup-içi mücadelelere yol açmaktadır. En yoğun grup-içi dayanışmaya sahip olan diğer alt gruplara galebe çalar ve onlara baskı yolu ile egemen olur. Böylece grup duygusunun üstünlüğü,: bir grubu diğerlerine kıyasla üstün kılmaktadır. En güçlü ve var olan grup dayanışması konusunda en güçlü ve doğal talep hakkına sahip olan aile ya da birey hükümran olacaktır. Yeter güç ve önemde bulunan grup desteği denetleyebilen önder bir hanedan ve devlet kurma olasılığına sahiptir.
Grup dayanışması fütuhata da götürebilir. Tüm ilkel kültürler uygarlıklara doğru yönelmektedirler. Yine tüm ilkel gruplar iktidar, servet ve serbest zamana ulaşma isteklerini beslemektedirler. Onlar ya var olan uygar bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Tüm ilkel gruplar dayanışma, iç tesanüt, direniş gücü, cesaret ve güce sahiptirler. Bununla beraber bazıları, faziletleri bir takım eksiklikler nedeni ile kısıtlandığı için, çabalarında sınırlandırılmış bulunurlar. Bu durumlarda, ,eksikliklerini gidermek ve yeni bir imparatorluk ya da uygarlığı fethetmek veya kurmak üzere ek bir güce gereksinme duyarlar. Bu ek güç dinden kaynaklanmaktadır. Din, diğer bütün toplumsal güçler gibi, yerleşebilmek için dayanışmaya muhtaçtır. Dolayısıyla genellikle güçlü dayanışmaya sahip gruplar içinde gelişir. Daha sonra din yeni bir dayanışma türü yaratmaktadır, bu dayanışmanın türettiği sadakat ise dünyevi istekler ya da hısımlığın yarattığı dayanışmadan çok üstün bir sadakat oluşturmaktadır. Bin bir uygarlığın yaratılışında en üstün güçtür, yasaları ise onu muhafaza etmek için en etkili olanlarıdır.
Uygarlık ya da kent yaşamının merkezi etrafında oluşan kültür, ilkel kültürlerde başlamış,olan yaşamın tamamlanmış doğal biçimidir. İlkel kültür, kültürün tamamlanmamış bir türüdür. İnsanoğlunun sadece asli gereksinmelerini karşılar. Kentsel kültür gelişmiştir. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insanın yoğun kümeler halinde birlikte yaşadığı zaman ,ortaya çıkabilir. Bunun için bazılarının herkes için üretimde bulunması ve çok sayıda artı emeğin lüks eşyaları üretmesi gerekir. İşte o zaman insanoğlu us ve fikir açısından ulaşmak istediği daha yüksek özlemleri karşılayacak zaman ve enerjiyi bulabilmektedir. Fakat' bütün lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını da taşımaktadır. Özgün grupta karşımıza çıkan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaktadır. Tüm toplumlar, devletler, kentler, ekonomiler ve kültürel çabalar bu kaçınılmaz, devrevi gelişmeye tabidirler. Hepsi basit ve güçlü bir başlangıca sahiptirler, belli bir yükseliş noktasına kadar gelişirler ve sonra yozlaşmış olarak gerilerler.
İbn Haldun'un temel ilgisi siyasette olmaya devam ettiği için en fazla ilgisini çekmiş olan konu, devletin doğuş ve yıkılışı idi. İbn Haldun bu konuda beş aşama belirlemektedir: Bir devlet tüm devreyi üç, dört kuşak hükümdar yolu ile kat edebilmektedir. Başlangıçta, yerleşme aşaması ile karşı karşıyayız. Grup dayanışması burada aile ve din bağlarına dayanmaktadır ve devletin korunması açısından zorunludur. Hükümdar bir kral ya da lorddan çok bir şeftir. Kendisi de dinin kurallarına uymak zorundadır. İkinci aşamada hükümdar, iktidarı tekeli altına almaya başlamaktadır. Mutlak bir efendi olur. Hükümdarın bu iktidar tekeli doğal grup dayanışmasına dayanan egemenliğin doğal ve zorunlu sonucudur. Hükümdar şimdi iyi düzenlenmiş bir devleti kurabilecek güçtedir. İktidarın tekelleşmesini gerçekleştirmek amacı ile onunla güç paylaşanları ortadan kaldırmakta, kendisini başta desteklemiş olan doğal dayanışmayı tasfiye etmektedir ve bir kan bağı ya da dine dayalı dayanışma yerine şahsına karşı sadık olan bürokrat ve paralı askerlerin desteğini satın almaktadır.
Ücretli ordu ve idari bürokrasiden başka bir grup bilgin danışmanlar devleti hükümdarın isteğine uygun olarak muhafaza etmek üzere aracı olmaktadırlar. Bu danışmacı kurul konusunda İbn Haldun bilginlerin kötü siyasal danışmanlar olduklarını vurgulamaktadır. Onlar ayrıntılardan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri,toplum sal ve siyasal olguları tek başlarına değerlendirmek yerine başkaları ile kıyaslama yolu ile değerlendirdikleri için olumsuz siyasal öğütler vermeye yatkındırlar. Hükümdara verilecek iyi siyasal öğüt, "ortalama zeka sahibi, alelade kişi"lerden gelmektedir.
Üçüncü aşama lüks ve debdebe ile geçen zamandır. Bu aşama boyunca hükümdar otoritesini (yetkesini) kişisel gereksinmelerini karşılamak için kullanmaktadır. Kişisel gelirini arttırma amacı ile tebaasının vergi yükünü azaltmak suretiyle devletin mali kaynaklarını yeniden düzenlemektedir.
Böylece küçük ödemelerden geniş bir gelir sağlamaktadır. Bunlar kentleri güzelleştirmek ve diğer kamu işleri gerçekleştirmek üzere sarf etmektedir. Herkes ekonomik refahta payını almaktadır, güzel sanat, bilim ve el sanatları teşvik görmektedir, yeni hakim sınıf, hatta orta sınıfın üst tabakası bile kültürel hedef ve projelerin istekli koruyucuları haline gelmektedir. Egemen olan iklim refah ve serbestidir, herkes dünyanın nimet ve rahatlıklarından payını almaktadır. Bu üç aşamanın hepsinde hükümdarlar güçlü, bağımsız ve yaratıcıdır. Kendi istekleri ile tebaalarının isteklerini onların kölesi olmaksızın tatmin etmektedirler. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan ekonomik refah hükümdara ek bir iktidar kaynağı sağlamaktadır.
Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme ile geçmektedir. Lüks ve rahat bir alışkanlık olmuştur. Yöneten ve yönetilenler bu durumun ebediyen sürecekleri inancındadırlar. Bu durum gerçekten de bir zaman sürmektedir. Bu sürenin uzunluğunu devletin kurucularının gücü ve başarılarının sağlamlığı belirlemektedir. Şu kadar ki bu aşama içinde devlet farkına varılmadan gerilemeye ve çözülmeye başlamıştı ve sefahat ile israftan oluşan beşinci aşama başlamaktadır.
Bu aşamada din ve dayanışmanın başlangıçta sağladığı yaşamsal güçlerin tahrip edildiği ve hısımlığın sağladığı doğal ve güçlü sadakatin yerine hükümdar uğruna bir özveride bulunmaya yanaşmayan ordu ve bürokrasinin satın alınan desteğinin geçtiği görülmektedir. Hükümdar lüksünü ve iki grubun desteğini sürdürebilmesi için vergileri arttırma zorundadır. Bunun sonucu olarak yeni arttırılan vergi ödenekleri küçülen ve sürekli azalan bir gelir kaynağı oluşturmakta, çünkü bu tür bir vergi politikası ekonomik faaliyetleri ürkütmektedir. Devletin geliri azaldığı ölçüde, hükümdar yeni taraftarlarını destekleme olanağını yitirmektedir.
Konfor ve lüks ün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaaf ve kötü huyların yayılmasına neden olmaktadır. İlkel yaşamın başlangıcındaki haşin ve mert davranış biçimleri unutulmaktadır. Halk gevşek bir yaşam biçimine dönmüştür. Yönetilenlerin ümitleri zayıflamıştır, kamuoyu bezginlik içindedir, ekonomik faaliyet ve inşaat projeleri duraklama haline gelmiştir. İnsanlar uzun vadeli planlar yapamaz olmuşlardır. Doğum hızı gerilemektedir. Fiziksel bir zayıflığa düşen tüm nüfus, çevre sorunları ile karşı karşıya bulunan büyük ve kalabalık kentlerde yaşamaktadır. Devlet çözülmeye başlamıştır. Merkezden uzak bölgelerde yaşayan prensler, generaller, memnun olmayan soydaşlarla yabancı fatihler belli toprak parçalarını devletin denetiminden koparmaktadırlar. Devlet, küçük iller ve onun alt birimleri haline bölünmektedir. Başkentte bile silahlı kuvvetlerle bürokratlar entrikalar yolu ile hükümdarın otoritesine sahip olmaya çalışmaktadır, hükümdarın sadece makam ve sıfatını bırakmaktadırlar. Nihayet dışarıdan gelen genç, sağlıklı bir grubun istilası devletin yaşamını sona erdirmekte ya da gerileme adım adım devam ederek devleti "yağı bitmiş olan bir lambanın fitili"ne benzer şekilde söndürmektedir. Her fütuhat yeni bir başlangıcın işareti olmayabilir. Uygarlıklar ilkel fatihlere çekici gelmektedir, bu yüzden onlar buldukları gelenek ve uygulamaları benimsemeye çalışırlar. Her sanat ve bilimin öğrenilmesi -ne kadar güç olursa olsun- bir alışkanlık haline gelmekte, dolayısıyla başkasına öğretilebilmektedir, yeter ki doğru öğretim yöntemleri bilinsin ve siyasal çalkantılar fazla şiddetli ve yıkıcı olmasın. Böylece tüm siyasal yaşam, sonu olmayan, durmadan tekrarlanan dönemlerden oluşmaktadır. Bir dönemden diğerine bir ilerleme yoktur. Gelişme kavramı İbn Haldun'un felsefesinin tümünde olduğu gibi Arap orta çağ düşüncesinde yer almaktadır.
İbn Haldun hanedan, devlet ve kültürlerin gelişim ve çöküşünü laik kavramlarla açıklarken, kendisinden önce ve yaşadığı devirde yaşamış olan dindar hukukçu-ilahiyatçılardan çok daha hakiki biçimde orta çağ İslam alemini tasvir etmiştir. Böyle olmakla beraber İbn Haldun içtenlikle inanç sahibi idi ve kendisi, bu ütopyayı canlı tutmay çalışan dindar yazarlardan farksız bir biçimde bu erken dönemlerin teokrasisine önem veriyordu. O halde İbn Haldun İslamın başlangıcım ne şekilde açıklamaktadır?
İbn Haldun bunu değişik düzeylerde yapmaktadır. Onun açıklamalarına göre gelişmeler her zaman haşin biçimde oluşmamıştır. Yükseliş ve gerileme akımı daima kaçınılmaz bir olgu değildir. Gerek İslamın kuruluşu, gerekse İslamiyetin ilk dönemlerinde beşeri işlere doğrudan doğruya ilahi bir müdahale yapılmıştır. Birkaç kuşak boyunca grup dayanışması önemsizdi, buna karşın Allah'ın iradesine boyun eğme her şeydi.
Dinin en önemli güç sayıldığı zaman M.S. 632-641 arasındaki ortodoks Hilafet, Emevi Krallığı ile Abbasi imparatorluğunun ilk yıllarını kapsayan dönemlerdi. Bu dönemler boyunca cemaat gelişip serpildi ve fetihler yapıldı. Fakat sonra bu yolda kazanılan deneyimler soldu ve ilk başta yarattıkları muazzam etki kayboldu. İslam dini birlik ve anlaşmayı yaratan tek kaynak olmaktan çıktı - işte o zaman grup dayanışmasının ürünü olan eski, gizemli, pekiştirici güce ihtiyaç duyuldu. Ve inanç gücünü muhafaza edemeyen insanoğlu devrevi varlığın insaf tanımayan haşinliğe dönmek zorunda kaldı. İslam cemaati, Allah'ın ve yeni dinin buyruklarına sadık kalmak, maddecilik, hırs ve rüşvetten uzak kalmak suretiyle bu devreyi atlatabilirdi. Fakat bu konudaki günahkar başarısızlık onların özgürlüklerini kaybetmelerine yol açtı, böylece de gerileme kaçınılmaz oldu.
İbn Haldun'un "laiklik" ve "modernleşme" sorunlarına yaklaşım tarzı ile ilgili birkaç düşünceyi ileri sürmezden önce şurasını belirtmek gerekir: İbn Haldun'un fikirleri birkaç bakımdan içinde yaşadığı ve çalıştığı, fikren çok durgun sayılan toplum için fazla gerçekçi ve fazla devrimci idi. On dördüncü yüzyılın sonu ve on beşinci yüzyılın başındaki Arap düşüncesi üzerinde herhangi bir etkisi olduğuna dair hemen hiç bir kanıt yoktur.
İbn Haldun ancak 16., özellikle 17.yüzyılda yeniden keşfedildi, onun değerini ortaya koyup yorumlayanlar ise Osmanlılar olmuşlardır.. İbn Haldun onlara fazlası ile çekici geliyordu. 16., 17. ve 18. yüzyıllarda İbn Haldun'un eserlerinin incelenmesi Osmanlı fikir tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Avrupa ancak 19 ncu yüzyılda İbn Haldun'u okuyan Osmanlıları izlemeye başladı.
İbn Haldun siyasal gerçeği oluşturan temel ve özel ögeleri Ortaya koyarken, bir realist gibi davrandığı konusunda genel bir kanı egemendir. İslam toplum ve kültürlerin yükseliş ve düşüşlerinin tasvirinde, İbn Haldun'un siyasal gerçekliliği, toplumsal ve siyasal birimlerin somut örneklerine karşı duyduğu ilgi, yapıtlarına günümüz Müslüman yazarlarına kıyasla
bile daha "modern" bir tad kazandırmaktadır. Günümüz İslam yazarları genellikle düşüncelerinde daha çok mukaddesatçı ve ütopyalara yönelik fikirlere ağırlık vermektedirler.
Şu kadar ki din ve siyaset ilişkisine gelince, İbn Haldun'un siyasal pragmatizmi ile örneğin Machiavelli'nin siyasi felsefesi arasında büyük bir fark gözlemlenmektedir. Machiavelli "Nutuklar" ve "Hükümdar" başlıklı yapıtlarında ulusların ve uygarlıkların yükseliş ve düşüşleri konularında düşüncelerini oluştururken dini de toplumsal dayanışmanın ana kaynağı olarak görmektedir. İşin ilginç tarafı Machiavelli bu konuda düşüncelerini İbn Haldun'dan daha ileri götürmektedir. Machiavelli'ye göre uluslar dinin varlığı olmaksızın siyasal güç ve, tutarlılık üstünlüğünü egemen kılan ve böylece bireysel bencilliği sınırlandıran iyi kurumlar ancak dinin saygı görmesi halinde oluşabilir. Başka bir deyimle Machiavelli dini siyasal açıdan, yararlı saymaktadır. Şu kadar ki Machiavelli dini Allah'ın kula intikal ettirdiği mutlak gerçek ve hukuk olarak görmemekte, yine ayni görüşün etkisiyle dinin soysuzlaşmasını beşeri zaaf ve günahlara bağlamaktadır. Dinin yükselişi olduğu kadar çöküşü de Machiavelli'ye göre sadece gözlemlenebilen tarihi olaylardır. Ona göre din bir uygarlığın kuruluşunda, onun çöküşünü önlemede çok yararlı, hatta vazgeçilmez bir ögedir, fakat kendisi dinin temsil etmiş olduğu gerçeklere karşı tamamen ilgisiz kalmaktadır. Machiavelli gerçek bir pragmatist ve pozitivisttir. İbn Haldun'da ise her iki eğilim kesinlikle bulunmamaktadır. İbn Haldun'un tarihi olay ve gerçeklere verdiği büyük önem yapıtlarına pragmatik bir tat vermektedir. Ancak bu pragmatizm özünde geliştirmiş olduğu felsefeye yabancı düşmektedir, çünkü İbn Haldun somut ve özel olayları, onların çeşitlilik ve değişimini sadece bir başlangıç olarak algılamaktadır. Ona göre gerçek yapılar tarihin oluşturduğu bu kaba olayların altında yatmaktadır. İbn Haldun dini, en azından İslam dinini, sadece tarihi bir olay olarak karşılamamakta, aksine İslamı tüm tarihi ve siyasi gelişmelerin yönelmekte olduğu değişmez "temel ilkeleri" temsil eden mutlak bir gerçek olarak saymaktadır. Bu nedenle İbn Haldun iktidarı hiç bir' zaman dinden ayrı özerk, laik ve kendine göre ahlaki ölçüleri geliştirebilen bir güç olarak görmemiştir.
Son zamanlarda ise İbn Haldun'u böyle yorumlamak belli bir yaygınlık kazanmıştır. Ancak nasıl ki İbn Haldun hiç bir zaman devleti özerk, laik bir eylemler dizisi olarak kabul etmemiştir, din ve devletin bir birinden bağımsız olmasını ve devletin başka bir kaynaktan meşruluk kazanmasını ve kendi ahlakiliğini kazanması fikrini de benimsememiştir. Dolayısıyla kanımca İbn Haldun her şeyden önce Ortodoks İslam siyasi felsefe akımına bağlı kalmıştır. İbn Haldun tarih felsefesinde de insanoğlunun toplumsal ve siyasal tabiatım bilmenin zorunlu olduğu, ancak bu bilginin "insan ve toplumun gerçek, nihai amacını" bilmeksizin elde edilemeyeceği temeline dayanmaktadır. Batıda yaygınlık her zaman dinle siyasetin birbirinden kesinlikle ayrılması düşüncesi, başka bir deyimle siyasal gelişmenin, dinle siyaset ilişkisi ile ters orantılı olduğu fikri, köklerini Batı düşünce tarihinde, daha doğrusu batılı Renaissance'dan almaktadır.
Bu fikrin kendi uygarlığımız için salt iyilik ya da salt zarar getirip getirmediği ayrı bir sorundur. Fakat bu konudaki ideal kavram görünüşte İslamın en pragmatik, yine görünüşte en laik düşünürü İbn Haldun tarafından geliştirilmemiştir. İbn Haldun'un pragmatizminin altında onun köklü inançları yatmaktadır. Bu köklü inancın özünde ise ancak gerçek dinin Allah'ın yeryüzündeki krallığının kurulmasını ve sürekli bir altın çağın yaşatılmasını mümkün kılacağı düşüncesi yatmaktadır. İbn Haldun'a göre bu amaç gerçekleşirse, uygarlıkların tekrar tekrar doğmasına ve çökmesine ihtiyaç olmayacaktır.
Barbara F. Stowasser, "İbn Haldun'un Tarih Felsefesi: Devletlerin Ve Uygarlıkların Yükseliş Ve Çöküşü", Çev: Nermin Abadan Unat, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 39, Sayı. 1, 1984, s. 173.
İbn Haldun'un Tarih Felsefesi: Devletlerin Ve Uygarlıkların Yükseliş Ve Çöküşü
Reviewed by Tarih ve Felsefe
on
3.10.14
Rating: