Marcus Aurelius

Bir Kimsenin Neye Sahip Olduğu Üzerine


Arthur Schopenhauer
Mutluluk öğretmeni Epikuros, insan gereksinimlerini doğru ve güzel bir biçimde üç sınıfa ayırdı. Birinciler doğal ve zorunlu olanlardır: Bunlar, karşılanmadıklarında acı çekmeye neden olurlar. O halde bu sınıfa salt victus et amictus (beslenme ve giyinme) girer. Bu gereksinimleri karşılamak kolaydır. İkinciler ise doğal ama zorunlu olmayanlardır: Bu da cinsel doyum gereksinimidir; Laertius’un kitabında, Epikuros bundan söz etmiyor olsa da (ben de onun öğretisini burada biraz düzelterek ve törpüleyerek veriyorum) bu gereksinimi doyurmak daha zordur. Üçüncüler, ne doğal ne de zorunlu olanlardır: Bunlar lüks, zenginlik, şatafat ve gösteriş gereksinimleridirler: Sonsuzdurlar ve karşılanmalar çok zordur (Diog. Laert. L., X, c. 27, 149 ve § 127 ve Cicero. I, 14 ve 16).
Akla uygun arzularımızın sınırını mülkiyet açısından belirlemek, olanaksız değilse de zordur. Çünkü bu bakımdan, her bir kişinin hoşnutluğu mutlak bir büyüklüğe değil, göreli bir büyüklüğe, yani istekleri ve elindekiler arasındaki orantıya dayanır: Bu yüzden, elindekiler, kendi başına düşünüldüklerinde, bir kesirli sayıda paydası olmayan bir pay kadar anlamsızdırlar: Bir insan, istemeyi aklından bile geçirmediği malların yokluğunu kesinlikle duymaz, onlar olmadan da bütünüyle hoşnuttur; öte yandan, ondan yüz katı daha çok şeye sahip olan bir başkası, istediği bir şeyden yoksun kaldığında, kendini mutsuz hisseden Bu bakımdan, herkesin kendine özgü bir ulaşılması olanaklı olan ufku vardır: İstekleri de bu ufkun ötesine gitmezler Bu ufkun içinde yer alan herhangi bir nesneye ulaşabileceğine güveniyorsa, kendisini mutlu hisseder; buna karşılık, ortaya çıkan zorluklar bu umuduna gölge düşürürse, kendini mutsuz hisseden Bu görüş ufkunun dışında yer alanların, onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bu yüzden, zenginlerin büyük mülkleri yoksulları huzursuz etmez, ve öte yandan, istekleri yerine gelmeyen bir zengini zaten sahip olduğu şeyler de avutmaz. (Zenginlik deniz suyu gibidir: Ne kadar çok içilirse, o kadar çok susanır aynı şey ün için de geçerlidir.) Yitirilen zenginlikten ve refahtan sonra ilk sancı atlatılır atla, yeniden önceki ruh halimize dönüşümüzün nedeni, yazgının mülkümüzün katsayısını küçültmesinden sonra, bizim de isteklerimizin katsayısını hemen çok azaltmış olmamızın. Bir felaket durumunda asıl acı veren bu işlemdir: Bu işlem gerçekleştirildikten sonra acı giderek azalır, sonunda artık hiç duyumsanmaz olur; yara kabuk bağlanışını: Tersine olarak, mutlu bir olayda isteklerimizin kompresörü yukarı itilir ve isteklerimiz genişler: Bu da sevinç kaynağıdır Ne var ki bu da uzun sürmez, bu işlem bütünüyle gerçekleştirildiğinde sona erer: İsteklerin genişletilmiş ölçüsüne alışırız ve bu ölçüye denk düşen mülk karşısında kayıtsızlaşırız.
Bunu, daha Homeros, Odysseia'da (XVI, 130137) söylemiştir:
Oysa şu yeryüzünde yaşayan insanların kafasındaki ne,
İnsanların, tanrıların babası Zeus her gün ne diyorsa o.
Hoşnutsuzluğumuzun nedeni, isteklerimizin katsayısını daha yukarı çıkarma yönündeki çabalarımızı, bunu engelleyen öteki katsayının sabitliğine karşın sürekli yinelememizdir.
İnsan gibi, böylesine yoksul ve gereksinimlerden oluşan bir tür içinde, zenginliğe başka her şeyden daha çok ve daha samimi bir biçimde saygı gösterilmesine ve hatta tapınılmasına ve iktidarın yalnızca bir zenginlik aracı oluşuna şaşmamak gerekir; yine mülk edinme amacıyla, felsefe profesörlerinin felsefeye yaptıkları gibi, başka her şeyin bir kenara fırlatılmasına ya da altüst edilmesine de şaşmamak gerekir. İnsanların arzularının esas olarak paraya yönelik olması ve parayı her şeyin üstünde seviyor oluşları, onlara sık sık bir suçlama olarak yöneltilir. Ne ki, yorulmak bilmez bir Proteus (Kılık değiştirme becerisine sahip, yaşlı ve akıllı bir deniz tanrısı. ç.n.) olarak, böylesine değişken olan arzularınızın ve çok çeşitli gereksinimlerimizin o anki nesnesine dönüşmeye her an hazır olan bir şeyi sevmek doğal ve hatta kaçınılmazdır. Başka her mal yalnızca bir arzuya, tek bir gereksinime yetebilir: Yemekler sadece karnı acıkanlar için, şarap sağlıklılar için, ilaçlar hastalar için, bir kürk kış mevsimi için, kadınlar gençlik için vb. iyidirler. Bunların hepsi de belirli bir amaç için mülklerci yani yalnızca göreli olarak iyidirler. Sadece para mutlak iyi olandır: Çünkü sadece somut bir gereksinimi değil, genel olarak, soyut anlamda gereksinimi karşılar.
Eldeki zenginliğe, dünya nimetlerini elde etme izni ya da yükümlülüğü olarak değil, çok sayıdaki olası kötülüğe ve kazaya karşı bir koruyucu duvar gözüyle bakılmalıdır. Doğuştan zengin olmayan, ama sonunda hangi türde olursa olsun, yetenekleri sayesinde çok para kazanabilecek duruma gelen insanlar her zaman, yeteneklerinin kalıcı sermaye ve kazandıklarının da bunun faizi olduğu kuruntusuna kapılırlar: Bu yüzden, kazandıklarının bir bölümünü, kalıcı bir sermaye oluşturmak amacıyla bir kenara ayırmazlar; kazandıkları ölçüde harcarlar. Ama bundan sonra da çoğu kez yoksulluğa düşerler; çünkü yetenekleri ya örneğin tüm güzel sanatlarda olduğu gibi, geçici türden bir yetenek olduğu için yada yalnızca artık sona ermiş bulunan belirli koşullarda ve konjonktürlerde geçerli olabildiği için tükendiğinden, gelirleri de durur ya da tükenir. Yine de zanaatçılar bu geliri, söylendiği gibi, koruyabilirler; çünkü başarılarına yönelik yetenekleri kolay kolay yitmez, kalfalarının güçleriyle de yedeklenebilir ve zanaatçıların ürünleri birer gereksinim nesnesidir, yani her zaman iyi satılırlar; bu yüzden, “Zanaat altın bileziktir” sözü de doğrudur. Ama sanatçılar ve her türden sanat ustaları için durum böyle değildir. Tam da bu yüzden, onlara çok para ödenir. Ama bunun için, onların sermayesini, kazandıklarının oluşturması gerekir; ama bir büyüklük edip, bu gelirlere salt faiz gözüyle bakarlar ve böylelikle kendi sefaletlerini hazırlarlar. Buna karşılık, miras yoluyla elde ettikleri zenginliğe sahip olanlar, en azından neyin sermaye, neyin faiz olduğunu doğru bilirler. Bu yüzden, onların çoğu sermayeyi garantiye almaya çalışır, asla sermayeden yemezler; tıkanmalarla başa çıkabilmek için, mümkün olabildiğince, karın en az sekizde birini bir kenara ayırırlar. Bu yüzden, çoğun refahlarını korurlar. Tüm bu söylenenler, tüccarlara uygulanamaz; çünkü para, onların gelecekteki kazancının aracıdır, adeta bir iş aletidir; bu yüzden, bütünüyle kendi kazandıkları bir para olsa da, onu kullanarak korumaya ve çoğaltmaya çalışırlar. Buna uygun olarak, hiçbir tabaka, onlar kadar zenginlik içinde değildir.
Ama genelde, bir kural olarak, kendi açlıkları ve eksiklikleriyle boğuşmuş olanların bunlardan çok az korktukları ve bu yüzden, israfa, bunları kulaktan dolma bilgilerle tanıyanlardan daha çok eğilimli oldukları görülecektir. Herhangi bir şans sonucunda ya da hangi türden olursa olsun özel yeteneklerle, son derece hızlı bir biçimde yoksulluktan refaha ulaşmış olanların tümü birinci gruba girerler. Buna karşılık, ikinci gruptakiler refah içinde doğmuş ve refah içinde kalmış olanlardır. Bunlar istisnasız bir biçimde, daha çok geleceği düşünürler ve bu yüzden, ötekilerden daha ekonomik davranırlar. Buradan, yoksulluğun hiç de öyle uzaktan görüldüğü gibi kötü bir şey olmadığı sonucu çıkarılabilir. Oysa bunun gerçek nedeni, aileden gelen zenginlik içinde doğan birisine, bu zenginliğin vazgeçilmez bir şey, olası biricik yaşamın unsuru, solunan hava gibi önemli bir şey olarak görünmesi olsa gerektir; bu yüzden o, zenginliğe de yaşamına gösterdiği özeni gösterir, bunun sonucunda genellikle düzeni sever, dikkatli ve tutumlu davranır. Buna karşılık, yoksul bir ailede doğan birine, bu yoksulluk doğal durum olarak, daha sonra bir biçimde ulaştığı zenginlik ise geçici, sadece tadını çıkarmaya ve saçıp satmaya yarayan bir şey olarak görünür; zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi, onsuz da yaşanır ve bir dertten daha kurtulmuş olunur. Burada Shakespeare’in dediği gibi:
Dilenci, atını çatlatıncaya dek koşturduğuna göre,
Deyim doğrulanmış olmalı.
VI. Henry, bölüm 3, sahne 1
Ayrıca bir de, bu tür insanların kısmen yazgıya, kısmen de kendilerini açlıktan ve yoksulluktan kurtaran kendi araçlarına duydukları sağlam ve aşırı büyük güveni, hem kafalarında hem de yüreklerinde duymuyor oluşları ve bu yüzden doğuştan zenginler gibi, bu güvenin dipsiz bir derinliğe sahip olduğunu değil, dibe vuranın yeniden yükseleceğini düşünmeleri söz konusudur. Kızlıklarında yoksul olan kadınların, zengin bir çeyiz getirmiş olanlardan daha talepkar ve daha savurgan olmaları da, bu insani özellikle açıklamalıdır; zengin kızların çoğu beraberlerinde sadece sermaye değil, bu zenginliğin komasına yönelik, yoksullardakinden daha büyük bir gayreti, yani kalıtımsal bir dürtüyü de getirirler. Bunun tersini öne sürmek isteyen, Ariosto’nun ilk yazdığı taşlamada kendisine uygun bir anlatım bulur; buna karşılık, Dr. Johnson benimle aynı görüştedir: “Parayı kullanmasını bilen varlıklı bir kadın, onu sağduyulu bir biçimde harcar; buna karşılık, ancak evlendikten sonra eline para geçen bir kadın para harcamayı öyle sever ki, onu büyük bir savurganlıkla tüketir” (S. Boswell, Life of Johnson, yıl: 1776, yaş: 67). Ama yine de ben, yoksul bir kızla evlenen birine, ona sermayeyi değil sadece geliri miras bırakmasını, özellikle de çocukların servetinin kadının eline geçmemesine özen göstermesini tavsiye ederim.
Burada, çalışılarak ve miras yoluyla elde edilmiş bulunan servetin korunması için özen gösterilmesini tavsiye ederken, kalemime yakışmayan bir şey yaptığıma kesinlikle inanmıyorum. Çünkü, kişinin yalnızca kendi başına ve bir ailesi olmadan bile olsa, gerçek bir bağımsızlık içinde, yani çalışmadan, rahat rahat yaşayabileceği kadar çok zenginliğe doğuştan sahip olması paha biçilmez bir avantajdır: Çünkü bu durum, insan yaşamına bağlı yoksunluk ve eziyetten uzak olmak ve bunlara karşı bağışıklık, yani genel angarya hizmetinden, insanoğlunun bu doğal yazgısından özgürleşmek demektir. Kişi ancak yazgının bu kolaylığı sayesinde hakiki bir özgür insan olarak doğar: Çünkü, esasen ancak böyle sui jurli* kendi döneminin ve kendi güçlerinin efendisi olur ve her sabah, “Gün benim günümdür” diyebilir. Ve yine bu yüzden bin taler ve yüz bin taler serveti olan iki kişi arasındaki fark, birinci kişiyle, hiç geliri olmayan birisi arasındaki fark karşısında son derece önemsiz kalır. Ancak, doğuştan gelen servet, zihinsel güçlerle en üst düzeyde donatılmış, kazançla pek uyuşmayan çabalar içindeki kişiye nasip olduğunda en yüksek değerine ulaşır: Çünkü bu kişi yazgının çifte ihsanına nail olmuştur ve şimdi kendi dehasını yaşayabilir; ama, başka hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri yaparak ve insanlığın tümüne yararlı olan ve hatta insanlığa onur veren şeyleri ortaya koyarak, insanlığa olan borcunu yüz kat fazlasıyla ödeyecektir. Yine bir başkası da, böyle seçkin bir konumda, insana yararlı çalışmalarla insanlığa hizmet edecektir. Buna karşılık bunlardan hiçbirini, bir ölçüde ya da deneme niteliğinde bile olsa yapmayan, hatta herhangi bir bilimi iyice öğrenip, hiç olmazsa bu bilimi geliştirme olanağını bile açmayan bir kimse, doğuştan gelen servetiyle bir avaredir ve hor görülmeye layıktır. O da mutlu olmayacaktır: Çünkü açlıktan uzak olma, onu insan sefaletinin öteki kutbunun, can sıkıntısının eline düşürmüştür, bu kutup ona öyle işkence eder ki, açlıkla uğraşsaydı daha mutlu olurdu. Ama tam da bu can sıkıntısı onu kolayca, layık olmadığı avantajları elinden alan garipliklere yöneltir. Gerçekten de çoğu kimse, sırf, para sahibi olduklarında, kendilerini ezen can sıkıntısını bir anlığına olsun gidermek üzere bu parayı harcadıklarından ötürü yokluk içine düşmüşlerdir.
Buna karşılık, amaç devlet hizmetinde yükselmekse, bunun için, onlar aracılığıyla adım adım, belki de en üst mevkiye ulaşmak için, yakınlıkların, dostlukların, bağlantıların kazanılması gerekiyorsa, durum bütünüyle başkadır: Burada, hiçbir servete sahip olmadan dünyaya gelmiş olmak aslında çok daha iyidir. Özellikle, soylu olmayan ama bazı yeteneklerle donatılmış birisinin bütünüyle yoksul olması kendisi için gerçek bir avantaj olacaktır. Çünkü bir kimsenin, salt eğlencede aradığı gibi, devlet hizmetinde daha da çok aradığı ve sevdiği şey, ötekilerin değersizliğidir. Ama yalnızca yoksul biri kendisinin bir bütün olarak, derin, kesin ve her yönden değersiz oluşuna ve hiçbir önemi ve değeri olmayışına, burada gereken ölçüde inanmış ve bunu kavramıştır. Bu yüzden, sadece o, yeterli sıklıkta ve sürede eğilebilir ve yalnızca onun eğilmeleri tam 90 dereceyi bulurlar: o, kendisine her şeyin yapılmasına göz yumar ve buna sadece gülümser; yalnızca o, meziyetlerin bütünüyle değersiz olduğunu görür; y o, kendisinin üstüne yerleştirilmiş ya da daha etkili birisinin yazınsal beceriksizliklerini açıkça ve yüksek sesle ya da büyük puntolarla, başyapıtlar olarak övebilir; yara o bilir dilenmesini; sonunda yala o, erkenden, yani gençliğinde, Goethe’nin bize sözcüklerle açıkladığı o hakikatin bir sırdaşı olabilir:
Aşağılık olandan,
Yakınmasın kimse Çünkü güçlü olandır o Sana söylendiği gibi.
Batı Doğu Divanı
Buna karşılık, yaşamı doğuştan garanti altında olan, çoğu kez haşarı davranacaktır: Başı dik yürümeye alışkındır, tüm o söz konusu hileleri öğrenmemiştir, belki buna karşın, vasatlara ve yaltakçılara karşı yetersiz kaldıklarını kavrayacağı bazı yetenekleri vardır; ama sonuç olarak, kendi üstündekilerin değersizliklerini fark edecek durumdadır; üstelik sonunda büsbütün rezalet çıktığında, durgun ve ürkek davranacaktır. Böylelikle, dünyayla iyi geçinilmez, genellikle sonunda, edepsiz Voltaire’in dediği duruma gelinir: “Sadece iki günümüz var yaşamak için: Bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez.” Ne yazık ki, laf aramızda, “bu aşağılık herif”, dünyada lanet olası çok sayıda taşıdığı bir sıfatta. Bu yüzden Juvenalius’un:
Evin darlığı kuvvetleri geliştirmeyi engelliyorsa
Yükseğe çıkmak zordur.
sözünün, çelebi kimselerden çok işbilirlerin kariyeri için geçerli olduğu görülüyor.
Bir kimsenin sahip olduğu şeylere, kadın ve çocukları katmadım; çünkü genellikle bunlar o kimseye sahip olurlar. Arkadaşlar ise bu kalemde sayılabilir: Ama burada da, sahip olana, ötekiler tarafından eşit ölçüde sahip olunmalıdır.

Arthur Schopenhauer, Çev: Mustafa Tüzel, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, İstanbul:YKY, 2008, ss.41-19.
Bir Kimsenin Neye Sahip Olduğu Üzerine Bir Kimsenin Neye Sahip Olduğu Üzerine Reviewed by Tarih ve Felsefe on 29.12.16 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.