Marcus Aurelius

Kuşlar Gibi

Ötücü kuşlara [İngilizce’de] ‘twitter’ deniyor. Kuşların hayatını gözleyen uzmanlara göre, ötmenin kuşların hayatında görünüşte çelişkili ama aynı derecede hayati iki işlevi var. Birbirleriyle bağlantıda kalmalarını sağlıyor (yani kaybolmamalarını, yuvadaki eşlerini ya da sürünün geri kalanının izini kaybetmemelerini) ve kendi bölgelerini ya da kazanma mücadelesi verdikleri bölgeyi başka kuşların ve özellikle aynı türden başka kuşların ihlalinden koruyor. Kuşların ötüşü bundan başka bir mesaj taşımıyor, dolayısıyla ‘içerik’ (olsaydı ki yok) anlamsız sayılıyor. İşe yarayan tek şey çıkarılan ve duyulabilen (duyulması umulan) o tanıdık ses.
2006 yılında henüz öğrenciyken internette Twitter’ı kuran Jack Dorsey’in kuşlara özgü bu yüz milyonlarca yıl öncesine dayanan alışkanlıktan esinlenip esinlenmediğini söyleyemeyeceğim. Ancak bu sitenin aylık 55 milyon ziyaretçisi bilerek ya da bilmeyerek bu alışkanlığı takip ediyor gibi. Twitter’ı kendi ihtiyaçları ve amaçları doğrultusunda oldukça faydalı bulmuşa benziyorlar. 15 Mart 2009’da News and Observer’dan Peder Zane’in hesaplarına göre, bir önceki yıl Twitter kullanıcılarının sayısı yüzde 900 artmış (Wikipedia’ya göre Facebook kullanıcılarının sayısı ise ‘sadece’ yüzde 228 artmış). Twitter’ın yöneticileri "Twitter’ın dostlar, aileler ve iş arkadaşlarının, ‘Ne yapıyorsun?’ gibi basit bir soruya karşılıklı olarak hızlı ve sık yanıt vererek iletişim kurup bağlantıda kalmaları için verilen bir hizmet" olduğunu belirterek yeni kullanıcıları mevcut kullanıcılar ordusuna katılmaya davet ve teşvik ediyorlar. Bildiğiniz üzere cevaplar sadece hızlı ve sık değil aynı zamanda hazmı kolay yani çok derli toplu ve kısa olmalı (tıpkı kuş ötüşü gibi), 140 karakteri geçmemeli. Dolayısıyla öttüğünüz ‘eylem’, "peynirli pizza yiyorum" ya da "camdan bakıyorum" ya da "uykum geldi, yatıyorum" ya da "ölesiye sıkılıyorum" gibi cümlelerden öteye gidemez. Twitter’ın usulü sayesinde, eylemlerimizin nedenini, maksadını ve onlara eşlik eden duyguları ifade etmekteki kronik hatta utanç verici suskunluğumuz ve beceriksizliğimiz bir handikap olmaktan çıkıp erdem haline geldi. Bizden bir farkı olmayan herkese ve bize şu veya bu anda ne yaptığımızı bilmemizin ve başkalarına da bildirmemizin çok önemli bir mesele olduğu söylendi, biz de inandık. En önemli mesele ‘göz önünde olmak'. Neyi neden yaptığımız ve ne düşündüğümüz, amaçladığımız, düşlediğimiz, neden keyif aldığımız ya da yapmaktan sıkıntı duyduğumuz ya da hatta bizi varlığımızı bildirmekten farklı bir şey söylemeye/ötmeye iten başka nedenler gerçekte önem taşımıyor.
Yüz yüze ilişkinin yerini ekrandan ekrana ilişki alınca temasa geçen şey yüzeyler oluyor. Twitter sayesinde, bir belirip bir kaybolan fırsatlarla dolu telaşlı hayatımızın öncelikli hareket vasıtalarından ‘sörf', nihayet insanlar arası iletişimin hızına yetişti. Bunun sonucundaysa insani temastaki ve ilişkilerdeki içtenlik, derinlik ve süreklilik zarar gördü.
Daha hızlı, daha kolay ve tasasız ‘bağlantıların’ (daha doğrusu: ‘bağlantıda olmanın’ yeniden teyit edilmesinin) destekçileri ve ateşli taraftarları, bizleri kazanımların kayıpları telafi ettiğine ikna etmeye çalışıyor. Örneğin, ‘faydalar’ (Twitter’ın faydaları) başlığı altında, Wikipedia’dan öğrendiğimize göre, "2008 Bombay saldırılarında trajedi gözler önüne seriliyor, tanıklar her beş saniyede tahmini 80 tweet gönderiyordu. Ölü ve yaralı listesinin çıkarılmasında olay yerindeki Twitter kullanıcılarının büyük yararı oldu." "Ocak 2009’da US Airways 1549 sefer sayılı uçağı New York City LaGuardia Havaalanı'ndan kalkışından hemen sonra bir kuş sürüsünün içine dalmış ve Hudson Nehri’ne iniş yapmak zorunda kalmıştı. Yardım için yola çıkan bir vapurdaki yolculardan Janis Krums, düşen uçağın henüz yolcular tahliye edilirken fotoğrafını çekip merkez medya olay yerine varmadan TwitPic’e yükledi"; ya da "Şubat 2009’da Avustralya Ulusal Yangın Merkezi 2009 Victorian orman yangınları hakkında düzenli uyarıları ve güncellemeleri Twitter aracılığıyla iletti." Fakat bu gibi vakaları yorumlamak, hüsrana uğramış milyonlarca kaybedenin hiç lafını etmeden zaman zaman yüzü gülen birkaç talihliyi gösterip müstakbel piyango alıcılarını piyango bileti almanın genelde işe yaradığına inandırma gayretkeşliğini andırıyor.
Kabul edelim: İnsanların iletişiminde değişen teknolojinin etkisi, kayıplar ulusallaştırılırken kazançların özelleştirilme eğiliminde olduğu, banka güdümlü ekonomilerin başarılarına benziyor. Her ikisi için de nadir, rastlantısal yararlardan çok, oransız biçimde daha yaygın, derin ve sinsi bir ‘katma zarar’ belirmesi muhtemel.
Yine de Twitter'ı kullanmanın farklı, daha genel bir yararı var. Asıl cazibesi buradan geliyor olabilir. Descartes’ın meşhur ‘varoluş kanıtı’ yani "Düşünüyorum öyleyse varım!" sözünün yerini, kitle iletişiminden ibaret çağımıza uygun şekilde güncellenmiş hali almış: "Görülüyorum öyleyse varım." Beni ne kadar çok insan görebiliyorsa (ve görmeyi seçmesi mümkünse) burada var oluşumun ispatı o kadar inandırıcıdır... Ünlüler buna bir örnek. Ünlülerin varlığının ciddiyetini ve önemini yaptıklarının ciddiyetine, eylemlerinin önemine bakarak ölçmezsiniz (bu nitelikleri hiçbir surette doğru dürüst değerlendiremez ve fikirlerinizin kendinizden menkul olup olmadığını bilemezsiniz). Şundan emin olabilirsiniz ki ‘ünlüler’ sadece varlıklarının dikkat çekmesiyle önem taşır: Herkesin onlara bakması, herkes tarafından görülmeleri gerekir -her gazete bayiinde, renkli gazetelerin ön sayfalarında, magazinlerin kapaklarında, televizyon ekranlarında... Bu kadar çok insanın onlara bakmasının, onların adımlarını takip etmesinin, her tür hareketleri, yaramazlıkları ve şeytanlıkları hakkında küçük dedikoduların dinlenmesinin, bunlar üzerine konuşulmasının bir ‘hikmeti’ olmalı. Bu kadar insan aynı anda yanılıyor olamaz! Daniel Boorstin'in unutulmaz sözü durumu özetliyor: "Çok tanınmasıyla tanınan kişi şöhrettir.’’ Sonuç mu (mutlaka doğru olmasa bile yine de güvenilebilir)? Ne kadar sık ötersem ve öttüğüm internet sayfasını ne kadar çok insan ziyaret ederse, çok tanınanlar saflarına katılma şansım o kadar artar. Ünlüler örneğindeki gibi, ne hakkında öttüğüm gerçekten önemsizdir. Ünlüler hakkında okuduklarımız ve duyduklarımız da, kahvaltıları, randevuları, tek gecelik ilişkileri ve alışveriş kaçamaklarından fazlası değildir ki. Yeryüzündeki bir insanın varlığının ağırlığı/önemi ‘iyi tanınırlığıyla’ ölçüldüğüne göre benim ötüşüm de kendi manevi ağırlığımı/önemimi artırmamın bir yoludur. (bir tür yiyerek diyet yapmak gibi -insanın vücut ağırlığını azaltma yöntemi manasında diyet)
Ya da en azından böyle görünüyor. Belki de hepsi bir yanılsama ama çağdaşlarımızın çoğu bu yanılsamayı hoş görüyor. Önemsenmenin görülmekten geçtiğine inanmayı bellemiş ama yine de insanları ‘görülen’ ve görünmeyen diye birbirinden ayırmaya ve onları bu ayrımın ‘görünür’ tarafında tutmaya gerçekten gücü olan renkli dergilerde ve gazetelerde boy gösteremeyen insanlar bu yanılsamayı hoş karşılıyor. O az sayıdaki sıra dışı ilan edilmiş insan için renkli magazin dergileri ne demekse, Twitter da biz sıradan insanlar için o demektir. Bizim ötüşümüz, kalabalık bir sokak mağazasının, haute couture butiğin pırıltısını taklit etmesine benzer. Sokak alışverişine mahkum bizler için Twitter, özel butiklere ulaşamamanın yarattığı kırıklığını biraz olsun dindirir.

Zygmunt Bauman, Çev: Pelin Siral, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, İstanbul:Habitus Yayınları, 2011, ss.23-26.
Kuşlar Gibi Kuşlar Gibi Reviewed by Tarih ve Felsefe on 28.5.17 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.