29 Ekim 1923 'te, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin bir karan ile 'doğan' Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır. Batı uygarlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi -ve ilk dar sınırlan dışına taşarak batılı olmayan zihniyetlerdeki daha değişik gelişme biçimlerini etkilemeseydi- 20 Nisan 1924 Anayasası ile donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet adamlarının izledikleri politikayla yönetilen bir Türk Cumhuriyeti'nin Anadolu'nun içinden çıkabileceği düşünülemezdi.
Nitekim, bugünün Türkiye'sinde bir yabancı gözlemcinin ilgisini çeken her şeyin temelinin bazı Batılı etkilere kadar izlenebileceğini söylemek bir aşırılık olmayacaktır. Bunlar Batılı etkilerden doğmamış olsalar bile, Batılı etkilere karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyetin kurucularına, tespit ettikleri sınırlar içinde, Türk bağımsızlığını kurtarmaları imkanını veren Türk Ordusu, Batı (ya da Batılılaşmış) devletlerin istila tehdidi karşısında yine Batılı örneklere göre donatılmış ve örgütlendirilmiştir.
Ülkenin ana endüstrisi olan Türk tarımı, başlıca karını, ürünlerini Batı pazarlarına ihraç ederek sağlamakta ve faaliyetini Batıdan ithal ettiği tarım araçları ile devam ettirmektedir. Türk devletinin üzerine inşa edildiği siyasal fikir -birbirine kenetlenmiş bir millet, merkezi bir yönetim, bütünüyle egemen bir devlet ve hangi şekilde olursa olsun özerkliklere tahammülsüzlük görüşü- modern Fransa'da biçimlenmiş olan devlet fikrinden alınmıştır.
Son birkaç yıl içinde değişmekte olan Türkiye'deki bütün başka değişikliklerden çok daha hızlı oluşmuş eğitim ve kadının haklarına kavuşması, genel olarak Batının İngilizce konuşan toplumlarındaki kadın hareketlerinden esinlenmiştir ve hatta bunun izlerini, bir dereceye kadar İstanbul'daki tek Amerikan eğitim kuruluşunun doğrudan doğruya yaptığı etkide bulmak mümkündür. Her daldaki Türk eğitimi, Türk edebiyatının şekli ve muhtevası, hatta dildeki evrim (kadın ile erkek arasındaki ilişkilerden sonra bir toplum içinde önde gelen en önemli unsur) bugün, Batı dünyasından gelen akımın inkar edilmez etkilerini göstermektedir.
Batılılaşma yolundaki bugünkü Türkiye, bu kitabın başlıca konusudur. Kitapta, Türk yaşamının değişik yönleri enine boyuna gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Fakat, Türkiye'nin Batı dünyasının yörüngesine çekilmesinin anlamı bunun çok derin bir devrim hareketi olduğu görülmedikçe anlaşılamaz. Öyle ki, bir buçuk yüzyıl önce -ister Türk, ister yabancı olsun- en keskin gözlemci bile böyle bir devrimin oluşacağını düşünemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1774 yılında Rusya ile yaptığı savaşların en büyüğü ve en felaketlisinden çıktığında Osmanlı toplumunda Batı etkisinin en küçük izi bile yoktu. Siyasal ve toplumsal kuruluşları geleneklerden doğmuş ve Batıdakilerden bütünüyle bağımsız ol ar ak gelişmişler , hatta bazı önemli noktalarda Batıdakilere düşman kesilmişlerdi . Bu kuruluşların o zaman ilk bakışta dağılmaya yüz tutmuş görünmeleri, en keskin gözlemciler tarafından bile, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve belki de Türk milletinin ölmekte olduğu kanısına yol açmıştı.
1774 yılında, imparatorluğun bir yüz elli yıl daha yaşayacağını, paramparça olduktan sonra da bu yıkıntının içinden, Batı milletlerine tek başına karşı duran, onların yaşayış düzenini uygulayarak Batı topluluğuna kendini eşitlik temeline dayanarak kabul ettiren bir Türk milletinin çıkacağını söylemek, çok aşırı bir 'kehanet' olarak görünürdü.
Okuyucuya bu devrimsel değişiklik üzerinde bazı izlenimler verebilmek için -bu izlenimler olmazsa bugünkü Türkiye, ilginçliğinin büyük bir kısmını yitirir ve hemen hemen anlaşılmaz bir duruma gelir- kitabın ilk bölümünde Osmanlı İmparatorluğu'nun geriye doğru 1774'e kadar tarihi, 1774 ile 1919 arasında Batı etkisinin meydana getirdiği çalkantılar anlatılmaktadır.
Kitabın ana bölümünde ise 1919-1922 savaşı ve devrimi, sonra da 1923 Lozan Antlaşması'nın ardından biçimlenmekte olan Türkiye ele alınmaktadır. Türkiye'yi, geçmişteki ve bugünkü biçimi ile ortaya koymadan önce, bir buçuk yüzyıl öncesinde Batılıların gözlerine nasıl göründüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Arada pek çok olayın geçmiş olmasına rağmen, bugün bile ülkesi ve halkı ile doğrudan doğruya temas etmemiş Batılıların çoğunun kafasındaki 'Türkiye görünüşü' budur.
"Türkiye" deyince, biz Batılıların aklına ne gelmektedir? Çoğumuz için Türkiye, ' halı, tütün, incir ve lüle taşından pipo' demektir. Eğer bir iş adamıysak, Türkiye'yi İngiliz malları için bir pazar olarak görürüz. Her iki durumda da Türkiye ile ilgili düşüncemiz ticaridir. Fakat hiçbir zaman, ilk düşünce olarak, Türkiye, her yıl İngiltere'nin bir mal gönderdiği ve buna karşılık da bazı egzotik mallar satın aldığı bir yerdir.
"Türkiye" deyince aklımıza gelen ikinci düşünce de coğrafidir. Bize göre, harita üzerinde Türkiye önemli ticaret yollarının geçtiği ve bazı stratejik noktaların bulunduğu bir bölgedir.
Batı Avrupalı bakımından, Avrupa ile Asya'yı birleştiren iki kara köprüsü vardır. Güneydeki Türkiye, Kuzeydeki ise Rusya'dır. Oysa, Rus köprüsü devamlıdır. Türk köprüsü ise Boğazlar ve Marmara Denizi ile kesilmiştir. Aynı zamanda, bu deniz ve boğazlar, Batı için, Güney Rusya'ya, Kafkasya'ya ve aşağı Tuna havzasına ulaşan önemli ticari ve stratejik yollardır. Her iki yol -kuzeybatıdan güneydoğuya uzanan karayolu ile güneybatıdan kuzeydoğuya uzanan deniz yolu- Çanakkale ve İstanbul'da birbirlerini kesmektedirler ve bunun anlamı da, bizim için birkaç tarihi cümle içinde bulunmaktadır: "Boğazlar Sorunu", "Çanakkale Savaşları", "Hindistan Yolu" ve "Bağdat Demiryolu".
Bu değişik fikir çağrışımları üzerinde düşünürsek Türkiye'nin bizim için, Avrupa Sistemi'nin büyük devletlerinin ticari, ekonomik, siyasal ve askeri faaliyetlerinin bir alanı, bir "no-man's land" olduğunu görürüz. Bu, Batı dünyasının sınırlan dışında öyle bir alandır ki, üzerinde Batılılar zaman zaman birbirleriyle tehlikeli bir şekilde çatışmaya düşmekte ya da bir boşluk meydana getirdiğinde, komşu olduğu için, Avrupa'da kurulmuş olan 'nazik kuvvet dengesi'ni bozmaktadır. Başka bir deyimle, Türkiye'ye kendi dünyamız, alışveriş ve coğrafya açısından bakmakta, onu kendi açısından ve insanlık yönünden görmemekteyiz. Üstelik ülkeye kendi adlarını vermiş olan Türkleri bile zihnimizden tamamen çıkarmaktayız.
Bununla beraber, Türkleri tanıdığımızda da onlarla ilgili çok aşın yargılara varıyoruz. Genellikle İngiliz'in kafasında Türk'e takılan sıfat "Konuşmaya layık olmayan adam"dır. Bu yaygınlaşmış önyargıya kaçınılmaz bir tepki doğmakta ve bazı İngilizler için de Türk, normal İngiliz'de bulunmayan bütün erdemleri kendinde toplamış "mükemmel bir centilmen" olmaktadır. Tabii, her iki iddia da aşırıdır ve bunlar Türkleri kendileri gibi insanlar olarak görmeyi başaramayanlardan çıkmaktadır. Bu çabalar Türkleri oldukları gibi görmek için değil, duyguların deşarjı için harcanmaktadır. Yaygın "konuşmaya layık olmayan Türk" fikri kendilerini erdemli görmek isteyenlerin duygularını tatmin etmekte, bunun tersi olan "Centilmen Türk" fikri de yaygın bir önyargıya karşı çıkmak isteyenlerinkini okşamaktadır. (Her toplumda, genel yargılara karşı çıkmak arzusunu tatmin etmeyi aramayan bir azınlık vardır.) Fakat her iki taraf da "kötü adam" ya da "kahramanı" gerçekten kendilerinden ayrı yaratıklar gibi ele almaktadır. Çünkü onlar Türkü, kendileri gibi etten ve kandan yapılmış, kötülüğü de, iyiliği de bilen, mutlu olabilen ya da acı çekebilen yaratıklar olarak görememekte, ciddiye alamamaktadırlar.
Bu şartlar içinde, modern Türk tarihinin eğiliminin Batıda yanlış anlaşılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu yüzden de Batılı gözlemcilerin Türkiye'nin yakın geleceği üzerine yaptıkları 'kehanet'ler hep yanlış çıkmıştır. Son bir buçuk yüzyıl içinde Türk tarihine egemen olan batılılaşma hareketi o kadar yeni ve devrimci olmuştur ki, en keskin ve en yakınlık duyan gözlemci tarafından bile kolayca yanlış anlaşılabilirdi.
Batılı gözlemcilerin Türkiye 'ye bakmak için seçtikleri bu durum, insanlık dışı olmasa bile, yanlış anlamayı çok daha kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, belki pek azımızın farkında olduğumuz bir durumu açıklar. Fakat şurası da bir gerçektir: Geriye doğru daha geniş bir açıdan bakacak geleceğin kuşaklan bunu olağanüstü bir 'paradoks' olarak göreceklerdir.
Türkiye'deki, 1914-1918 Büyük Savaşı'ndan beri en yüksek noktasına ulaşan batılılaşma hareketi, modern dünya milletleri arasında Batı uygarlığının gücüne tanıklık etmektedir. Buna rağmen, bu milletlere ilk hareketi veren Batı, görüldüğü gibi, kendi sağ elinin ne yaptığının farkında bile olmamıştır.
Türkiye'nin modern tarihinin ana olayı şudur: Bizimkinden tamamen değişik bir tarihsel geçmiş ve sosyal sistemden hareket eden Türkler, son zamanda insan gücünün izin verdiği bir hızla bizim alanımıza gelmeye başlamışlardır. Fakat Batılı gözlemcilerin çoğu, Türklerin ilerledikleri yönde yanılmışlar ve onlara bu yöne doğru yol gösteren yıldızı görememişlerdir. Bu körlüğün nedeni, Türklerin bu maceralı yola çıktıkları ilk noktaya objektif bir bakış atmakta gösterdikleri başarısızlıktır.
Türklerin tarihsel geçmişleri ile bizimki arasındaki derin farkları gören Batılı gözlemciler, pek ender olarak durup her iki geçmişin de, aynı şekilde, belirli bir insan toplumunun belirli bir çevreye tabii uyumu ile doğduğuna bakabilmişlerdir. Batılı gözlemciler, kendilerine sübjektif olarak ters göründüğü için Türk geçmişinin genellikle 'gayri tabii' olduğuna hükmetmişlerdir. Hemen hemen dinsel olan bu varsayımın etkisi altında, Batılı gözlemciler, gözleri önünde geçen olaylardan yanlış sonuçlar çıkarmışlardır.
Türklerin bizimkinden değişik bir geçmişi olması ve son zamanlarda da bir değişme ve dert devresinden geçmekte olduğu 'vakıa'larına dayanan Batılı gözlemciler, Türkiye'nin bir evrim geçirişini görememişler ve hemen günahlarının Allahın emrettiği cezayı ödemekte olduğu sonucuna varmışlardır. "Günahın bedeli ölümdür" ve "Avrupa'nın Hasta Adamı" sıfatı takılmış olan Türk, sonu ölüm olan bir hastalığa yakalanmıştır.
Türk' e takılan "Hasta Adam" sıfatının garip bir tarihi vardır. Bu sıfat, Batılı zihnindeki Türk görüntüsünün değişmesine yol açmıştır. 1683'teki İkinci Viyana Kuşatması ile 1774'de imzalanan barış antlaşması sonucu Rusların Karadeniz kıyılarına yerleşmeleri arasında geçen süre içinde Batılıya göre asıl günahkar kendileriydi; Türkler onları cezalandırmak için Allah'ın bir gazabı olarak üzerlerine salınmıştı. Türkler hakkındaki yeni sıfat, 1853'te St. Petersburg'da Çar 1. Nikola tarafından, İngiliz büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır.
Çar, "Elimizde hasta bir adam var, çok hasta bir adam... Her an ellerinizde ölebilir... " demişti. O günden itibaren hasta adamın her an ölmesi, komşuları -bazıları sevinç, bazıları da endişe içinde- ve herkes tarafından hiçbir kurtuluş ümidi kalmadığı düşünülerek beklenmiştir. Ölüm 1876'da, 1912'de ve tam bir güven içinde de 1914 yılında beklenmiştir. Ve Türkler sağlık ve güçlerinin yerinde olduğunu 'muzaffer' Müttefiklere Lozan Barış antlaşmasını imzalatarak ispatlamıştır. Buna karşılık yine de Türkün sinsi bir hastalıktan öleceğine kesinlikle inanılmıştır. Kimi Türkiye'nin üç kuşak içinde frengiden kırılıp yok olacağım, kimi Türkün söküğünü dikmekten, lokomotiflerini işletmekten 'aciz' olduğunu ve -yabancı azınlıklar da ülkeden atıldığına göre- ekonomik ehliyetsizlik içinde boğulup gideceğini ileri sürmüştür. Bu "Hasta Adam" teorisinde inat edilmesi, Batının Türkiye karşısındaki tutumunun ne kadar çok önyargılara dayandığını, objektif vakıalara ne kadar az önem verildiğini -olayların da ispatladığı gibi- en güçlü bir şekilde göstermektedir. Bu kitabı yazarken Çar Nikola'nın 21 Türkler için "Hasta Adam" sıfatını kullanması üzerinden aşağı yukarı 73* yıl geçmiştir. Bugün Çarlık yalnız St. Petersburg'dan değil, Rusya'dan da kalkmıştır. Ama "Hasta Türk", yatağını yorganını İstanbul'dan toplayıp Ankara' ya gitmiştir ve görüldüğü gibi bu hava değişimi ona pek yaramaktadır.
Böylece, Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batının kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batılıyı hep şaşırtmıştır. İki toplumun kişileri teker teker karşı karşıya geldikleri ender zamanlarda da bu şaşkınlık çok daha büyük olmuştur. Batılıya, Türkün Hint-Avrupa dillerinden birini konuşacak yerde garip bir Turan dili konuştuğu, Latin harfleri ile soldan sağa doğru yazacak yerde, Arap harfleri ile sağdan sola doğru yazdığı ve Hıristiyan olmak yerine Müslüman olduğu öğretilmiştir. Aklı bunlarla doldurulmuş bulunan Batılı, yassı burunlu, kayış gibi derili, çekik gözlü, nallarının bastığı yerde ot bitmeyen ata binmiş bir yaban adamı ya da başında kubbe kadar büyük bir sarıkla sırtında çadır kadar büyük bir kaftan bulunan; peşine taktığı bir sürü peçeli kadın ile sakalını uçura uçura dolaşan bir insan azmanı ile karşılaşmayı beklemektedir. Batılı hiçbir zaman, kendi dinlerinden olan Macarlar ve Finliler gibi ulusların da Turan dilleri konuştuklarını, Arap yazısının çok eski ve güçlü bir yazı olduğunu, din bakımından Müslümanlığın tek Tanırı tanıdığını, Kalvinistler gibi kadere inandığını, Protestanlar gibi Kur'an'ın aynen uygulanmasını istediğini düşünmemektedir. Bunun sonucunda Batılı, Türk diye maktadırbeyaz tenli, kendi gibi giyinen, Fransızcayı İngilizler ve Amerikalılardan çok daha iyi konuşan, yakışıklı görünüşlü bir Avrupa tipi ile karşılaşınca şok geçirmektedir.
Elbette bu kitabı okuyanların çoğu Mustafa Kemal' in fotoğraflarını görmüşler ve her halde Türkiye Cumhurbaşkanının görünüş bakımından ulusunu temsil edip etmediğini düşünmüşlerdir. Bu sorunun cevabı olumludur. Sarışın, gri gözlü, açık tenli, düz burunlu "Alpli" ya da "Kuzeyli" tipi belki de Türkler arasında esmer "Akdenizli" tipinden daha yaygındır ve bugün Türkiye'de pek az olan "Moğol" tipinden de uzaktır. "Moğol" tipine Anadolu'nun çok içerlerinde rastlanmaktadır. Türkiye'de kıyılardan içerlere doğru yolculuk eden ve sözgelişi, İzmir'den Afyonkarahisar'a giden bir yabancı, ırk farkları bakımından Avrupa'da Riviera'dan Normandiya'ya ya da Bavyera'ya giden bir yolcudan daha değişik izlenimler edinmektedir.
Türkiye'de bir yolcu batı kıyısından Anadolu'nun içerlerine doğru ilerledikçe fizik görünüş daha açık renklere doğru değişmektedir. Yani, yolcu sanki Orta Asya' ya doğru değil de Kuzey Avrupa' ya gidiyormuş gibi bir izlenim edinecektir.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nda egemen yönetici sınıfındaki Türklerde, belki Orta Avrupa'dan, Rusya'dan ve Kafkaslardan Slavların ithal edilmiş olmalarının etkisi görülebilir. Fakat bugünkü Türk halkının çoğunluğu doğrudan doğruya ve daha sonradan Türkleşmiş olan, eski Anadolu halklarından, Etiler, Frikyalılar ve Bizanslılardan gelmektedir. Bugüne kadar elde ettiğimiz bilgilere göre, ırk değişimi çok derin olmamıştır. Bugünkü Türk ulusunda görülen fizik nitelikler Milattan önce on birinci ve hatta on altıncı yüzyıllarda da egemen tipleri meydana getirmekteydi. Daha sonraki Osmanlı toplumunun çekirdeğini teşkil eden ve Orta Asya steplerinden kalkıp Kuzeybatı Anadolu' ya yerleşen Türkler de görünüşleri bakımından saf Moğol tipinde değillerdi.
Orta Asya steplerinin göçebeleri yalnız Moğollardan değil, bunların etrafında bulunan her türlü tiplerden meydana gelmişlerdir ve tarihin başlangıcında, dünyanın bu bölgesinde "Nordik" (Kuzeyli) tipinin Çin sınırlarına kadar daha hakim bir tip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Türklerin değişik tiplerdeki atalarının bugünkü karışmış Türklerde görülen tiplerden daha değişik olduklarını ortaya koyacak bir delil yoktur ve şüphesiz Türkler, kütle olarak "Beyaz Irk"a mensup bulunmaktadırlar.
Şurasını da belirtmek gerekir; fizik görünüş sorunu, sanıldığından daha az önemlidir. Yaygın bir inanca göre "Beyaz Irk" ve Batı toplumu birbirinin aynıdır. Yani, bütün Batılılar beyazdır ve bütün beyaz insanlar da Batı uygarlığının çocuklandır. Gerçekte bu, tam bir yanılmadır. Yeni dünyada, sözgelişi, Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce konuşan, Protestan Kilisesinin Metodist kolundan zenciler; Meksika ve Brezilya'da, dinleri Katolik, dilleri Latinceye dayanan renkli insanlar vardır ve bunlar kültür bakımından Batılıdırlar. Buna karşılık, eski dünyada, batı kültürü dışında olan değişik beyaz uluslar vardır ve her zaman da olmuştur. Bugünün eski dünyasında, Rifiler, Kürtler ve daha iyi bir örnek olarak, Hindistan'ın kuzeybatı sınırındaki halklar ya da Japonya'nın kuzeyindeki Ainular gibi toplumsal şartlan atalarımızın on sekiz yüzyıl öncesinin şartlarına benzer beyaz barbarlar bulunduğu gibi, Ruslar ve İranlılar gibi Batı uygarlığından olmayan fakat uygar beyazlar da vardır.
Bunların yanı sıra, bir uygarlığı bir kenara bırakıp başka bir uygarlığa geçmeye çalışan Türkler gibi beyazlar da bulunmaktadır. Kitabımız bunları ele almaktadır.
Ne kadar gariptir; Türkler beyaz insanlar olmakla beraber, başka renkteki insanları eşit görmeyi reddeden Batı dünyasının Protestan beyazlarından, özellikle bunların İngilizce konuşanlarından aksi bir tutum içindedirler. Bu bakımdan, Türkler Batı toplumunun Latin asıllı üyelerine benzemektedirler. Fransız ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da renkli bir subayın beyazlara komuta ettiğini görmek, bir anormallik değildir. Türkler arasındaki bu ırk hoşgörüsü eski bir İslam geleneğidir ve Batılılaşma dalgasının bu geleneği ortadan kaldırması da pek muhtemeldir. Fakat Türkler, Batı uygarlığını Amerikan biçimi ile değil de, Fransız biçimi ile kabul ettiklerinden, bırakmakta oldukları uygarlığın en üstün taraflarından biri olan bu hoşgörüyü tam kaybetmeyecekleri konusunda yine de ümit vardır.
Türkiye ve Türkler hakkındaki bugünkü Batı inanışlarının değiştirilmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz söyledik. Şimdi bunun neden böyle olduğunu anlatalım: Nedeni şudur, Batılı gözlemcilerin çoğu Türkiye'ye dışardan, Batı dünyasına yaslanmış bir anormal şişkinlik gibi bakmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye çözümlenmesi imkansız bir sınır olarak görünmektedir. Bu kitabın geri kalan kısmında, kendimizi bu Batı açısının dışına çıkarmaya çalışacağız ve ayaklarımıza Türk ayakkabılarını (daha doğrusu giyip çıkarması bizim çizmelerimizden çok daha kolay olan Türk pabuçlarını) giyip, dünyaya Türklerin gözü ile bakacağız. Bunu başarabildiğimiz takdirde, yalnız Türkleri daha iyi anlamakla kalmış olmayacağız; kendi uygarlığımızı da yeni bir ışık altında göreceğiz. O zaman Batı, gözlerimizde, Rusların, Çinlilerin, Türklerin, Hinduların gördükleri gibi canlanacaktır. O zaman karşımıza, bir dev enerjisine sahip, etkileyici bir yabancı güç ve inkar edilemeyecek hatta hayret verici bir varlık olarak çıkacaktır.
Bu arada, "Hasta Adam" olmakla beraber, Türklerin hastalığının hiçbir zaman öldürücü olmadığını da ortaya çıkaracağız.
Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, derisini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kaybettiği için bir zaman sonra tekrar eski durumuna geçeceğine inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da başka bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğradığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir panterin postundaki benekleri ve bir Habeş' in derisinin rengini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklısı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her ikisini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. Elbette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düşmanlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmektedir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmişse; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve zehiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir.
Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için "Hasta Adam" yerine "Deri değiştiren yaratık" demek, durumları için çok daha uygun düşmektedir.
Bu kitabın amacı, yeni derileri altında Türkleri daha iyi anlatabilmektir. Türkleri daha iyi anlayabilmek için de onun geçmişte ve şimdi ne olduğunu; ayrıca eski derisini nasıl atıp yenisini yine nasıl sırtına geçirdiğini incelememiz gerekmektedir. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde, yeni Türkiye'nin derinliğine bir incelemesine geçmeden önce eski Osmanlı İmparatorluğu'nu ve son bir buçuk yüzyıldır süregelen bu deri değiştirme olayını ele alacağız.
*Toynbee'nin bu kitabının ilk yayınlanış tarihi 1924'dür.
Arnold Toynbee, Çev:Kasım Yargıcı, Türkiye Bir Devletin Yeniden Doğuşu I, İstanbul:Cumhuriyet, 1999, s.15-26.
Nitekim, bugünün Türkiye'sinde bir yabancı gözlemcinin ilgisini çeken her şeyin temelinin bazı Batılı etkilere kadar izlenebileceğini söylemek bir aşırılık olmayacaktır. Bunlar Batılı etkilerden doğmamış olsalar bile, Batılı etkilere karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyetin kurucularına, tespit ettikleri sınırlar içinde, Türk bağımsızlığını kurtarmaları imkanını veren Türk Ordusu, Batı (ya da Batılılaşmış) devletlerin istila tehdidi karşısında yine Batılı örneklere göre donatılmış ve örgütlendirilmiştir.
Ülkenin ana endüstrisi olan Türk tarımı, başlıca karını, ürünlerini Batı pazarlarına ihraç ederek sağlamakta ve faaliyetini Batıdan ithal ettiği tarım araçları ile devam ettirmektedir. Türk devletinin üzerine inşa edildiği siyasal fikir -birbirine kenetlenmiş bir millet, merkezi bir yönetim, bütünüyle egemen bir devlet ve hangi şekilde olursa olsun özerkliklere tahammülsüzlük görüşü- modern Fransa'da biçimlenmiş olan devlet fikrinden alınmıştır.
Son birkaç yıl içinde değişmekte olan Türkiye'deki bütün başka değişikliklerden çok daha hızlı oluşmuş eğitim ve kadının haklarına kavuşması, genel olarak Batının İngilizce konuşan toplumlarındaki kadın hareketlerinden esinlenmiştir ve hatta bunun izlerini, bir dereceye kadar İstanbul'daki tek Amerikan eğitim kuruluşunun doğrudan doğruya yaptığı etkide bulmak mümkündür. Her daldaki Türk eğitimi, Türk edebiyatının şekli ve muhtevası, hatta dildeki evrim (kadın ile erkek arasındaki ilişkilerden sonra bir toplum içinde önde gelen en önemli unsur) bugün, Batı dünyasından gelen akımın inkar edilmez etkilerini göstermektedir.
Batılılaşma yolundaki bugünkü Türkiye, bu kitabın başlıca konusudur. Kitapta, Türk yaşamının değişik yönleri enine boyuna gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Fakat, Türkiye'nin Batı dünyasının yörüngesine çekilmesinin anlamı bunun çok derin bir devrim hareketi olduğu görülmedikçe anlaşılamaz. Öyle ki, bir buçuk yüzyıl önce -ister Türk, ister yabancı olsun- en keskin gözlemci bile böyle bir devrimin oluşacağını düşünemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1774 yılında Rusya ile yaptığı savaşların en büyüğü ve en felaketlisinden çıktığında Osmanlı toplumunda Batı etkisinin en küçük izi bile yoktu. Siyasal ve toplumsal kuruluşları geleneklerden doğmuş ve Batıdakilerden bütünüyle bağımsız ol ar ak gelişmişler , hatta bazı önemli noktalarda Batıdakilere düşman kesilmişlerdi . Bu kuruluşların o zaman ilk bakışta dağılmaya yüz tutmuş görünmeleri, en keskin gözlemciler tarafından bile, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve belki de Türk milletinin ölmekte olduğu kanısına yol açmıştı.
1774 yılında, imparatorluğun bir yüz elli yıl daha yaşayacağını, paramparça olduktan sonra da bu yıkıntının içinden, Batı milletlerine tek başına karşı duran, onların yaşayış düzenini uygulayarak Batı topluluğuna kendini eşitlik temeline dayanarak kabul ettiren bir Türk milletinin çıkacağını söylemek, çok aşırı bir 'kehanet' olarak görünürdü.
Okuyucuya bu devrimsel değişiklik üzerinde bazı izlenimler verebilmek için -bu izlenimler olmazsa bugünkü Türkiye, ilginçliğinin büyük bir kısmını yitirir ve hemen hemen anlaşılmaz bir duruma gelir- kitabın ilk bölümünde Osmanlı İmparatorluğu'nun geriye doğru 1774'e kadar tarihi, 1774 ile 1919 arasında Batı etkisinin meydana getirdiği çalkantılar anlatılmaktadır.
Kitabın ana bölümünde ise 1919-1922 savaşı ve devrimi, sonra da 1923 Lozan Antlaşması'nın ardından biçimlenmekte olan Türkiye ele alınmaktadır. Türkiye'yi, geçmişteki ve bugünkü biçimi ile ortaya koymadan önce, bir buçuk yüzyıl öncesinde Batılıların gözlerine nasıl göründüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Arada pek çok olayın geçmiş olmasına rağmen, bugün bile ülkesi ve halkı ile doğrudan doğruya temas etmemiş Batılıların çoğunun kafasındaki 'Türkiye görünüşü' budur.
"Türkiye" deyince, biz Batılıların aklına ne gelmektedir? Çoğumuz için Türkiye, ' halı, tütün, incir ve lüle taşından pipo' demektir. Eğer bir iş adamıysak, Türkiye'yi İngiliz malları için bir pazar olarak görürüz. Her iki durumda da Türkiye ile ilgili düşüncemiz ticaridir. Fakat hiçbir zaman, ilk düşünce olarak, Türkiye, her yıl İngiltere'nin bir mal gönderdiği ve buna karşılık da bazı egzotik mallar satın aldığı bir yerdir.
"Türkiye" deyince aklımıza gelen ikinci düşünce de coğrafidir. Bize göre, harita üzerinde Türkiye önemli ticaret yollarının geçtiği ve bazı stratejik noktaların bulunduğu bir bölgedir.
Batı Avrupalı bakımından, Avrupa ile Asya'yı birleştiren iki kara köprüsü vardır. Güneydeki Türkiye, Kuzeydeki ise Rusya'dır. Oysa, Rus köprüsü devamlıdır. Türk köprüsü ise Boğazlar ve Marmara Denizi ile kesilmiştir. Aynı zamanda, bu deniz ve boğazlar, Batı için, Güney Rusya'ya, Kafkasya'ya ve aşağı Tuna havzasına ulaşan önemli ticari ve stratejik yollardır. Her iki yol -kuzeybatıdan güneydoğuya uzanan karayolu ile güneybatıdan kuzeydoğuya uzanan deniz yolu- Çanakkale ve İstanbul'da birbirlerini kesmektedirler ve bunun anlamı da, bizim için birkaç tarihi cümle içinde bulunmaktadır: "Boğazlar Sorunu", "Çanakkale Savaşları", "Hindistan Yolu" ve "Bağdat Demiryolu".
Bu değişik fikir çağrışımları üzerinde düşünürsek Türkiye'nin bizim için, Avrupa Sistemi'nin büyük devletlerinin ticari, ekonomik, siyasal ve askeri faaliyetlerinin bir alanı, bir "no-man's land" olduğunu görürüz. Bu, Batı dünyasının sınırlan dışında öyle bir alandır ki, üzerinde Batılılar zaman zaman birbirleriyle tehlikeli bir şekilde çatışmaya düşmekte ya da bir boşluk meydana getirdiğinde, komşu olduğu için, Avrupa'da kurulmuş olan 'nazik kuvvet dengesi'ni bozmaktadır. Başka bir deyimle, Türkiye'ye kendi dünyamız, alışveriş ve coğrafya açısından bakmakta, onu kendi açısından ve insanlık yönünden görmemekteyiz. Üstelik ülkeye kendi adlarını vermiş olan Türkleri bile zihnimizden tamamen çıkarmaktayız.
Bununla beraber, Türkleri tanıdığımızda da onlarla ilgili çok aşın yargılara varıyoruz. Genellikle İngiliz'in kafasında Türk'e takılan sıfat "Konuşmaya layık olmayan adam"dır. Bu yaygınlaşmış önyargıya kaçınılmaz bir tepki doğmakta ve bazı İngilizler için de Türk, normal İngiliz'de bulunmayan bütün erdemleri kendinde toplamış "mükemmel bir centilmen" olmaktadır. Tabii, her iki iddia da aşırıdır ve bunlar Türkleri kendileri gibi insanlar olarak görmeyi başaramayanlardan çıkmaktadır. Bu çabalar Türkleri oldukları gibi görmek için değil, duyguların deşarjı için harcanmaktadır. Yaygın "konuşmaya layık olmayan Türk" fikri kendilerini erdemli görmek isteyenlerin duygularını tatmin etmekte, bunun tersi olan "Centilmen Türk" fikri de yaygın bir önyargıya karşı çıkmak isteyenlerinkini okşamaktadır. (Her toplumda, genel yargılara karşı çıkmak arzusunu tatmin etmeyi aramayan bir azınlık vardır.) Fakat her iki taraf da "kötü adam" ya da "kahramanı" gerçekten kendilerinden ayrı yaratıklar gibi ele almaktadır. Çünkü onlar Türkü, kendileri gibi etten ve kandan yapılmış, kötülüğü de, iyiliği de bilen, mutlu olabilen ya da acı çekebilen yaratıklar olarak görememekte, ciddiye alamamaktadırlar.
Bu şartlar içinde, modern Türk tarihinin eğiliminin Batıda yanlış anlaşılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu yüzden de Batılı gözlemcilerin Türkiye'nin yakın geleceği üzerine yaptıkları 'kehanet'ler hep yanlış çıkmıştır. Son bir buçuk yüzyıl içinde Türk tarihine egemen olan batılılaşma hareketi o kadar yeni ve devrimci olmuştur ki, en keskin ve en yakınlık duyan gözlemci tarafından bile kolayca yanlış anlaşılabilirdi.
Batılı gözlemcilerin Türkiye 'ye bakmak için seçtikleri bu durum, insanlık dışı olmasa bile, yanlış anlamayı çok daha kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, belki pek azımızın farkında olduğumuz bir durumu açıklar. Fakat şurası da bir gerçektir: Geriye doğru daha geniş bir açıdan bakacak geleceğin kuşaklan bunu olağanüstü bir 'paradoks' olarak göreceklerdir.
Türkiye'deki, 1914-1918 Büyük Savaşı'ndan beri en yüksek noktasına ulaşan batılılaşma hareketi, modern dünya milletleri arasında Batı uygarlığının gücüne tanıklık etmektedir. Buna rağmen, bu milletlere ilk hareketi veren Batı, görüldüğü gibi, kendi sağ elinin ne yaptığının farkında bile olmamıştır.
Türkiye'nin modern tarihinin ana olayı şudur: Bizimkinden tamamen değişik bir tarihsel geçmiş ve sosyal sistemden hareket eden Türkler, son zamanda insan gücünün izin verdiği bir hızla bizim alanımıza gelmeye başlamışlardır. Fakat Batılı gözlemcilerin çoğu, Türklerin ilerledikleri yönde yanılmışlar ve onlara bu yöne doğru yol gösteren yıldızı görememişlerdir. Bu körlüğün nedeni, Türklerin bu maceralı yola çıktıkları ilk noktaya objektif bir bakış atmakta gösterdikleri başarısızlıktır.
Türklerin tarihsel geçmişleri ile bizimki arasındaki derin farkları gören Batılı gözlemciler, pek ender olarak durup her iki geçmişin de, aynı şekilde, belirli bir insan toplumunun belirli bir çevreye tabii uyumu ile doğduğuna bakabilmişlerdir. Batılı gözlemciler, kendilerine sübjektif olarak ters göründüğü için Türk geçmişinin genellikle 'gayri tabii' olduğuna hükmetmişlerdir. Hemen hemen dinsel olan bu varsayımın etkisi altında, Batılı gözlemciler, gözleri önünde geçen olaylardan yanlış sonuçlar çıkarmışlardır.
Türklerin bizimkinden değişik bir geçmişi olması ve son zamanlarda da bir değişme ve dert devresinden geçmekte olduğu 'vakıa'larına dayanan Batılı gözlemciler, Türkiye'nin bir evrim geçirişini görememişler ve hemen günahlarının Allahın emrettiği cezayı ödemekte olduğu sonucuna varmışlardır. "Günahın bedeli ölümdür" ve "Avrupa'nın Hasta Adamı" sıfatı takılmış olan Türk, sonu ölüm olan bir hastalığa yakalanmıştır.
Türk' e takılan "Hasta Adam" sıfatının garip bir tarihi vardır. Bu sıfat, Batılı zihnindeki Türk görüntüsünün değişmesine yol açmıştır. 1683'teki İkinci Viyana Kuşatması ile 1774'de imzalanan barış antlaşması sonucu Rusların Karadeniz kıyılarına yerleşmeleri arasında geçen süre içinde Batılıya göre asıl günahkar kendileriydi; Türkler onları cezalandırmak için Allah'ın bir gazabı olarak üzerlerine salınmıştı. Türkler hakkındaki yeni sıfat, 1853'te St. Petersburg'da Çar 1. Nikola tarafından, İngiliz büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır.
Çar, "Elimizde hasta bir adam var, çok hasta bir adam... Her an ellerinizde ölebilir... " demişti. O günden itibaren hasta adamın her an ölmesi, komşuları -bazıları sevinç, bazıları da endişe içinde- ve herkes tarafından hiçbir kurtuluş ümidi kalmadığı düşünülerek beklenmiştir. Ölüm 1876'da, 1912'de ve tam bir güven içinde de 1914 yılında beklenmiştir. Ve Türkler sağlık ve güçlerinin yerinde olduğunu 'muzaffer' Müttefiklere Lozan Barış antlaşmasını imzalatarak ispatlamıştır. Buna karşılık yine de Türkün sinsi bir hastalıktan öleceğine kesinlikle inanılmıştır. Kimi Türkiye'nin üç kuşak içinde frengiden kırılıp yok olacağım, kimi Türkün söküğünü dikmekten, lokomotiflerini işletmekten 'aciz' olduğunu ve -yabancı azınlıklar da ülkeden atıldığına göre- ekonomik ehliyetsizlik içinde boğulup gideceğini ileri sürmüştür. Bu "Hasta Adam" teorisinde inat edilmesi, Batının Türkiye karşısındaki tutumunun ne kadar çok önyargılara dayandığını, objektif vakıalara ne kadar az önem verildiğini -olayların da ispatladığı gibi- en güçlü bir şekilde göstermektedir. Bu kitabı yazarken Çar Nikola'nın 21 Türkler için "Hasta Adam" sıfatını kullanması üzerinden aşağı yukarı 73* yıl geçmiştir. Bugün Çarlık yalnız St. Petersburg'dan değil, Rusya'dan da kalkmıştır. Ama "Hasta Türk", yatağını yorganını İstanbul'dan toplayıp Ankara' ya gitmiştir ve görüldüğü gibi bu hava değişimi ona pek yaramaktadır.
Böylece, Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batının kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batılıyı hep şaşırtmıştır. İki toplumun kişileri teker teker karşı karşıya geldikleri ender zamanlarda da bu şaşkınlık çok daha büyük olmuştur. Batılıya, Türkün Hint-Avrupa dillerinden birini konuşacak yerde garip bir Turan dili konuştuğu, Latin harfleri ile soldan sağa doğru yazacak yerde, Arap harfleri ile sağdan sola doğru yazdığı ve Hıristiyan olmak yerine Müslüman olduğu öğretilmiştir. Aklı bunlarla doldurulmuş bulunan Batılı, yassı burunlu, kayış gibi derili, çekik gözlü, nallarının bastığı yerde ot bitmeyen ata binmiş bir yaban adamı ya da başında kubbe kadar büyük bir sarıkla sırtında çadır kadar büyük bir kaftan bulunan; peşine taktığı bir sürü peçeli kadın ile sakalını uçura uçura dolaşan bir insan azmanı ile karşılaşmayı beklemektedir. Batılı hiçbir zaman, kendi dinlerinden olan Macarlar ve Finliler gibi ulusların da Turan dilleri konuştuklarını, Arap yazısının çok eski ve güçlü bir yazı olduğunu, din bakımından Müslümanlığın tek Tanırı tanıdığını, Kalvinistler gibi kadere inandığını, Protestanlar gibi Kur'an'ın aynen uygulanmasını istediğini düşünmemektedir. Bunun sonucunda Batılı, Türk diye maktadırbeyaz tenli, kendi gibi giyinen, Fransızcayı İngilizler ve Amerikalılardan çok daha iyi konuşan, yakışıklı görünüşlü bir Avrupa tipi ile karşılaşınca şok geçirmektedir.
Elbette bu kitabı okuyanların çoğu Mustafa Kemal' in fotoğraflarını görmüşler ve her halde Türkiye Cumhurbaşkanının görünüş bakımından ulusunu temsil edip etmediğini düşünmüşlerdir. Bu sorunun cevabı olumludur. Sarışın, gri gözlü, açık tenli, düz burunlu "Alpli" ya da "Kuzeyli" tipi belki de Türkler arasında esmer "Akdenizli" tipinden daha yaygındır ve bugün Türkiye'de pek az olan "Moğol" tipinden de uzaktır. "Moğol" tipine Anadolu'nun çok içerlerinde rastlanmaktadır. Türkiye'de kıyılardan içerlere doğru yolculuk eden ve sözgelişi, İzmir'den Afyonkarahisar'a giden bir yabancı, ırk farkları bakımından Avrupa'da Riviera'dan Normandiya'ya ya da Bavyera'ya giden bir yolcudan daha değişik izlenimler edinmektedir.
Türkiye'de bir yolcu batı kıyısından Anadolu'nun içerlerine doğru ilerledikçe fizik görünüş daha açık renklere doğru değişmektedir. Yani, yolcu sanki Orta Asya' ya doğru değil de Kuzey Avrupa' ya gidiyormuş gibi bir izlenim edinecektir.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nda egemen yönetici sınıfındaki Türklerde, belki Orta Avrupa'dan, Rusya'dan ve Kafkaslardan Slavların ithal edilmiş olmalarının etkisi görülebilir. Fakat bugünkü Türk halkının çoğunluğu doğrudan doğruya ve daha sonradan Türkleşmiş olan, eski Anadolu halklarından, Etiler, Frikyalılar ve Bizanslılardan gelmektedir. Bugüne kadar elde ettiğimiz bilgilere göre, ırk değişimi çok derin olmamıştır. Bugünkü Türk ulusunda görülen fizik nitelikler Milattan önce on birinci ve hatta on altıncı yüzyıllarda da egemen tipleri meydana getirmekteydi. Daha sonraki Osmanlı toplumunun çekirdeğini teşkil eden ve Orta Asya steplerinden kalkıp Kuzeybatı Anadolu' ya yerleşen Türkler de görünüşleri bakımından saf Moğol tipinde değillerdi.
Orta Asya steplerinin göçebeleri yalnız Moğollardan değil, bunların etrafında bulunan her türlü tiplerden meydana gelmişlerdir ve tarihin başlangıcında, dünyanın bu bölgesinde "Nordik" (Kuzeyli) tipinin Çin sınırlarına kadar daha hakim bir tip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Türklerin değişik tiplerdeki atalarının bugünkü karışmış Türklerde görülen tiplerden daha değişik olduklarını ortaya koyacak bir delil yoktur ve şüphesiz Türkler, kütle olarak "Beyaz Irk"a mensup bulunmaktadırlar.
Şurasını da belirtmek gerekir; fizik görünüş sorunu, sanıldığından daha az önemlidir. Yaygın bir inanca göre "Beyaz Irk" ve Batı toplumu birbirinin aynıdır. Yani, bütün Batılılar beyazdır ve bütün beyaz insanlar da Batı uygarlığının çocuklandır. Gerçekte bu, tam bir yanılmadır. Yeni dünyada, sözgelişi, Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce konuşan, Protestan Kilisesinin Metodist kolundan zenciler; Meksika ve Brezilya'da, dinleri Katolik, dilleri Latinceye dayanan renkli insanlar vardır ve bunlar kültür bakımından Batılıdırlar. Buna karşılık, eski dünyada, batı kültürü dışında olan değişik beyaz uluslar vardır ve her zaman da olmuştur. Bugünün eski dünyasında, Rifiler, Kürtler ve daha iyi bir örnek olarak, Hindistan'ın kuzeybatı sınırındaki halklar ya da Japonya'nın kuzeyindeki Ainular gibi toplumsal şartlan atalarımızın on sekiz yüzyıl öncesinin şartlarına benzer beyaz barbarlar bulunduğu gibi, Ruslar ve İranlılar gibi Batı uygarlığından olmayan fakat uygar beyazlar da vardır.
Bunların yanı sıra, bir uygarlığı bir kenara bırakıp başka bir uygarlığa geçmeye çalışan Türkler gibi beyazlar da bulunmaktadır. Kitabımız bunları ele almaktadır.
Ne kadar gariptir; Türkler beyaz insanlar olmakla beraber, başka renkteki insanları eşit görmeyi reddeden Batı dünyasının Protestan beyazlarından, özellikle bunların İngilizce konuşanlarından aksi bir tutum içindedirler. Bu bakımdan, Türkler Batı toplumunun Latin asıllı üyelerine benzemektedirler. Fransız ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da renkli bir subayın beyazlara komuta ettiğini görmek, bir anormallik değildir. Türkler arasındaki bu ırk hoşgörüsü eski bir İslam geleneğidir ve Batılılaşma dalgasının bu geleneği ortadan kaldırması da pek muhtemeldir. Fakat Türkler, Batı uygarlığını Amerikan biçimi ile değil de, Fransız biçimi ile kabul ettiklerinden, bırakmakta oldukları uygarlığın en üstün taraflarından biri olan bu hoşgörüyü tam kaybetmeyecekleri konusunda yine de ümit vardır.
Türkiye ve Türkler hakkındaki bugünkü Batı inanışlarının değiştirilmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz söyledik. Şimdi bunun neden böyle olduğunu anlatalım: Nedeni şudur, Batılı gözlemcilerin çoğu Türkiye'ye dışardan, Batı dünyasına yaslanmış bir anormal şişkinlik gibi bakmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye çözümlenmesi imkansız bir sınır olarak görünmektedir. Bu kitabın geri kalan kısmında, kendimizi bu Batı açısının dışına çıkarmaya çalışacağız ve ayaklarımıza Türk ayakkabılarını (daha doğrusu giyip çıkarması bizim çizmelerimizden çok daha kolay olan Türk pabuçlarını) giyip, dünyaya Türklerin gözü ile bakacağız. Bunu başarabildiğimiz takdirde, yalnız Türkleri daha iyi anlamakla kalmış olmayacağız; kendi uygarlığımızı da yeni bir ışık altında göreceğiz. O zaman Batı, gözlerimizde, Rusların, Çinlilerin, Türklerin, Hinduların gördükleri gibi canlanacaktır. O zaman karşımıza, bir dev enerjisine sahip, etkileyici bir yabancı güç ve inkar edilemeyecek hatta hayret verici bir varlık olarak çıkacaktır.
Bu arada, "Hasta Adam" olmakla beraber, Türklerin hastalığının hiçbir zaman öldürücü olmadığını da ortaya çıkaracağız.
Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, derisini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kaybettiği için bir zaman sonra tekrar eski durumuna geçeceğine inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da başka bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğradığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir panterin postundaki benekleri ve bir Habeş' in derisinin rengini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklısı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her ikisini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. Elbette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düşmanlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmektedir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmişse; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve zehiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir.
Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için "Hasta Adam" yerine "Deri değiştiren yaratık" demek, durumları için çok daha uygun düşmektedir.
Bu kitabın amacı, yeni derileri altında Türkleri daha iyi anlatabilmektir. Türkleri daha iyi anlayabilmek için de onun geçmişte ve şimdi ne olduğunu; ayrıca eski derisini nasıl atıp yenisini yine nasıl sırtına geçirdiğini incelememiz gerekmektedir. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde, yeni Türkiye'nin derinliğine bir incelemesine geçmeden önce eski Osmanlı İmparatorluğu'nu ve son bir buçuk yüzyıldır süregelen bu deri değiştirme olayını ele alacağız.
*Toynbee'nin bu kitabının ilk yayınlanış tarihi 1924'dür.
Arnold Toynbee, Çev:Kasım Yargıcı, Türkiye Bir Devletin Yeniden Doğuşu I, İstanbul:Cumhuriyet, 1999, s.15-26.
Türkiye ve Batı
Reviewed by Tarih ve Felsefe
on
24.12.16
Rating: