Marcus Aurelius

Devlet'e Nasıl Bakmalı

Maxfield Parrish - The Reluctant Dragon, Sack of Rome Miniature (From 15. Century)
Devletin menşei (kaynağı) aydınlanma düşüncesinde ve o dönemi izleyen her çeşitlemede, farazi bir açıklamaya dayalıdır. Özellikle keşifler ve Rönesans dönemini izleyen devir düşüncesinde ilkel toplumlardaki bireylerin "bon sauvage=iyi vahşi" olduğu tezine dayanılmaktadır. Bu iyi ve saf insan, yahut evrimci görüş sahiplerine göre evrimimizin başlangıç noktasındaki insan, toplumda devletin doğuşu için temel hareket noktasını teşkil eder. Şu halde; dünyayı keşfeden Avrupa'nın beşer tarihinin ve evriminin gelişimindeki ilk merhaleyi de kendince izah etmesi söz konusudur. Eski Yunan tarihçilik ve coğrafyacılığında bu tip bir yaklaşım yoktur. Aksine Heredotos İskitlerde, Thukydides Eski Atinalılar'da insan kurbanı adetinin yamyamlıktan geldiğinden söz eder. Burada bir antropolojik ve soğukkanlı bir evrim anlayışı vardır. Tacitus'un "Germania"sında Germenlerin kabile demokrasisi, savaşçılık ve zahmetli bir hayatı özgürce yaşama meziyetleri methedilerek serimlenir. Fakat Yeniçağ'da XVI. yüzyılın Antonio de Guavera, Antonio de Torquomeda gibi İspanyol düşünürleri ve onlardan esinlenen T. More ve Erasmus gibi diğer Avrupalılar "İyi vahşi" motifine bağlanmışlardır. Bu konuda Türkçemizde aydınlatıcı bir eser de çıktı.
İkinci nokta; Avrupa'nın akla, aklın ve bilginin gelişimine ve bu olay ve hareketin salt Avrupa'ya özgü bir tarihsel imtiyaz olduğuna duyduğu imandır. Paris Akademisi Mousnier'nin l740 tarihli constatation ile bu gelişmeyi "Avrupa'ya özgü" olarak açıklar ve dünyanın diğer parçalarını ataletle betimler. Bir İngiliz şair (Tennyson) XIX. yüzyılda "Avrupa'nın 50 yılı Çin'in bütün tarihinden daha ilginçtir." diyor. Çünkü Çin atıl ve kendini tekrarlayan kıtaymış. Akla ve bilginin getirdiği bu değişime iman etmekte Avrupalı kısmen haklıdır, ama tartışmasız mütearife iman edenlerin hepsi gibi kördür. Avrupalı'nın aydınlanmada tespit ettiği toplumsal evrim açıktır ki sağlam bilgiye istinad etmiyor. Her şeyden önce ilkel toplumun yapı ve evrimi üzerindeki görüşler eşgüdümlü ve mukayeseli bir değerlendirmeye dayanıyordu. Mesela Güney Amerika, Afrika gözlemleri; İmparatorluk Rus Bilimler Akademisi'nin Sibirya gözlemleri ve tetkikleriyle bağdaştırılmış değildi. Saniyen Yunan-Roma'yı bilen Avrupa, Eski Şark'ı ve Eski Mısır'ı henüz gülünç denecek bilgi kırıntılarıyla tanıyordu. Örneğin; Niebuhr'un eski İran tetkiklerini bu konularda konuşanlar ve yazanlar bilmiyordu, zaten bilseler de bu kaynaklar onlara yardımcı olamazdı. XVIII. yüzyıl sonunda kısmen eski İran edebiyatının ve İslam tarihinin tercümelerden tanındığı malum. Diller arası akrabalık ve lisan tetkiki ile siyasi kültürün evrimini tespit aşaması henüz söz konusu değildi; Macar filolog Ghriarmaty'nin mukayeseli filoloji tetkikleri XVIII. yüzyıl sonuna ait bir doğumdur ve yayılması daha zaman alacaktır. Ama siyasal antropoloji zihniyeti acelecidir. Tarih felsefesi de aceleye gelen ve çarpık bir doğumdur. Evrimcilik ve bunun sözde tezleri belki sağlam bir yöntem ve bilgiye istinad etmiyordu; ama tarihi yapan kitlelerin ihtiyacına ve hareketine uygundu; entelektüel (münevver) öncüler onlara bu yolla cevap verebiliyordu. Dichotomie (kutuplaşma) aydınlanma düşüncesinin sosyal bilimlere vurduğu düşünce yöntemidir. Her türlü dünya görüşü ve siyaset felsefe her kompartımanı kendini bu yöntemle sınırladı. İyi vahşi'nin saf durgun düzenini, bir toprak parçasını çitle çeviren ilk insan bozdu (Bu izahın ilhamı iyi vahşi'lerin arasındaki kötü adamın ferasetinden çok, Britanya adalarındaki XVIII. yüzyılın aç gözlü lordlarının arazi çitleme faaliyeti olmalıdır). Böylelikle mülkiyet ve mülkiyet kavgası başlamıştı.
Dolayısıyla devlet aslında bu mülkiyet bilmez iyi insanların mülkiyetin yaratılmasıyla birbirine düşmesi teorisine dayanıyor ve devlet bu anarşiyi önlemek için kontratla kurulan bir birliktir. Bu izahın kökleri, Tevrat'taki değil; olsa olsa Titanlarla kavga edip galip çıkan Olympos Tanrılarının dünyada düzen sağlaması gibi bir motife yani mitolojiye uzanıyor, şüphe yok ki gözlemle belge ile temellenmiş bir faraziye değil, dolayısıyla pozitivist düşüncenin böyle nazariyeleri nasıl kabul ettiği sorulur. Burada liberalizm ile Marksizm arasında bir fark yoktur. Çünkü ikisi de böyle dikotomist nazariyelere dayanmaktadır. Bu durumda Ahmet Cevdet Paşa gibi devletin temelini vahye dayandıran görüşün birincilere göre niçin metafizik diye nitelendirildiği geçerli olur. Binaenaleyh Cevdet Paşa: "İslam devletinin Anayasası fıkıhtır" derken bizim anladığımız anlamda bir Suudi Arabistan şeriat modelinden söz etmiyor. Berikilerin aksine, farazi anlamdaki bir toplumsal sözleşmenin değil, vahyin yani ilahi mesajın etrafındaki birleşmeden meydana gelen bir devletten söz ediyor. Ahmet Cevdet Paşa'nın bu açıklaması "antropoloji" ilmine tutkun olanlar tarafından benimsenmeyecektir. Ancak birinci görüşün de "antropolojik" iddiasını taşıdığı için öyle olduğu ve öyle kabul edilmesi gerekmiyor. Batı'daki devlet teorilerinde evvela saptırılmış bir tarih kullanımı olan Voltairevari tarih felsefesinin etkisi vardır. Bu keyfi devletsizlikten devlete doğru ve aşamaları ispatlanamayan bir gelişmeyi, ilerlemeyi de öne sürer.
Batıdaki devlet nazariyesini etkileyen ikinci unsur ise daha gerçekçidir. Gerçekten, Batı'da devlet ve toplum hayatı kontratlara dayanır. Osmanlı'da devlet ve toplum hayatında bu tip kontratlara dayanan bir tür kurumlaşma pek söz konusu değildir. Toplumun hukuki yapısı, antropolojik düşünceye ilham veriyor. Açıklama bu nedenle mantıki; ama mantık disiplinini altdil olarak kullanan metafizik bir açıklama olma niteliği de çok açık. Cevdet Paşa'nın açıklaması ise salt Müslümanlık değil; vahye göre yaşayan Şark toplumları için geçerli bir faraziye ve öbüründen daha tutarsız değil. Zaten metinleri iyi okuyacak kadar Fransızca bilse, bugüne kadar yaşayan en "Anti-Rousseau deneme" Cevdet Paşa'nın kaleminden çıkardı. Burada kontratlar sistemine değinelim. Batı toplumunda en büyük senyör (imparator) kral, dükler, baronlar arası akitler sistemi geçerlidir. Şehir yönetiminde akit ve toplu yemin sistemi geçerlidir (Eidgenossenschaft) bu da bir toplu akittir. Kilise ile devlet arasında akit geçerlidir. Bazı siyaset bilimcilerimizin üzerinde çok durduğu gibi bunun demokratik toplumu yaratmadaki rolü, abartılı bir değerlendirmedir. Netice itibariyle demokrasi denilen rejim bu kontratçı toplumların ortak özelliği değildir. Burada, Kıta Avrupası, Akdeniz Avrupası, Doğu Avrupa'nın veya Hind'in durumunu nasıl açıklayacağız?
Aslında çağdaş demokrasi daha çok İngilizce konuşan toplumların kendi barbarik meşveret geleneğine dayanır. İslam toplumundaki içtihad müessesesi meşveret kaidesine uyduğu ölçüde buna paralel bir gelenek yaratılabilirdi, fakat pratikte böyle bir meşveret sistemi işlememiştir. Dolayısıyla, Müslüman toplumların gelecekte de demokratik bir sisteme geçemeyeceğini ileri süren sözde antropolojist teorilere pek itibar edilmemelidir.
Osmanlı'daki çok ulusluluk ve millet sistemi de görünüşte ahidnamelere dayanmasına rağmen, bu tarz bir kontrat sistemiyle aynileştirilmemelidir. Burada hukuki bir akit sisteminden çok itaat edilen gelenekler söz konusudur. Gelenekler yıkıldığı zaman neyin ne olduğunu; ne tekrar gözden geçirebilirsiniz, ne de yeniden kurabilirsiniz. Geleneğin kaybı kırılan bir vazoya değil eriyen buza benzer. Batıda akit (kontrat) sistemi kemikleşmiş bir sınıflaşmaya dayanır; sınıflararası hareketliliğin olduğu Osmanlı toplumunda böyle değil, şikayet durumu değişmiyor; çağdaş demokrasinin teorisini kurmak böyle sızlanmalarla mümkün olmuyor. Bir Roma imparatorluk sistemi içinde yeni Pax Ottamana'da bugün azınlık denen gayrimüslim millet'lerin durumu; İslam hukuku, Roma sistemi ve eski Türk yasa sisteminin getirdiği esnekliğe dayanıyor. Bunu bugün belki tekrarlayamayız, zaten toplumun eski renkliliğinden çok, yeni çatışma tipleri ortaya çıktı; ama toplum olarak, daha bir asır önce yaşadığımız geleneksel hukuki yapının unsurlarından esinlenmemiz gerekirken (ve bu imparatorluk Müslüman bir imparatorluk, hükümdar halife iken) kendine göre bir Medine sözleşmesi çizmek nedir? Bizi artık irşad edecek olan bizzat Resul-i Ekrem efendimiz değil, vahiy ve onun sünnetidir. Toplumun bireyleri artık sahabe değil. Ama yaşanan bir tarih var, o tarihi yapanların mirası var. Yaşanan tarih bu toplumun içtihadıdır ve bugünün kurumlarını yaratmıştır. Kurumlara sahip çıkmak ve günü yorumlamak yeter. Türkiye, tarihinin hiçbir safhasını ve hiçbir büyük adamını karalamak durumunda değildir; hatta ihmal etmek ve küçümsemek lüksüne sahip değildir. Antidemokratik olan devlet geleneğimiz ve devlet yapımız değildir; konuşma ve uzlaşma bilmeyen kitlelerdir. Bu uzlaşma ve konuşma ise doğrudan ikincil grupların teşekkülü ve çalışması ile mümkün olur. Zıt fikirleri diyaloğa çağıran bir kadın grubu, İstanbul Üniversitesi Rektörü'nden ve yardımcılarından daha fazla iş yapar. Toplumumuz ikincil gruplarla var olma ve yaşama safhasına geçmelidir. Dolayısıyla günümüz Türkiyesi'ndeki etnik sorun için "Medine Sözleşmesi"nden söz edenler ne İslam'ın Medine dönemini biliyorlar, ne de bugünkü Türkiye hakkında objektif gözlemleri var. Aslında Medine, onların kendi kolaylarına çizdikleri manzaradan çok daha muhteşem ve ebedi bir devirdir. Maalesef muhtelif görüş sahipleri bu devlet ve toplum üzerinde, bilinçli bir ressamlıkla olmayan unsurlar yaratarak onların etrafında teşhis ve reçeteler yazmaktadırlar.
Türkiye'nin devlet ve toplum hayatında, merkeziyetçi Tanzimat modeliyle geliştirilen ve şekillendirilen kurumlar vardır. Bu tarihi yapı kabul etmek zorunda olduğumuz bir gerçektir. Bir takım reçetelerle bu yapıyı yok farz ederek yeni modeller önermenin, bizleri birbirini ikna edemeyen muhalif ve münafıklar kavgasına ve başarısız muhalefet ve iktidar deneylerine götüreceğine şüphe yoktur. Merkeziyetçi bir yapı, mutlaka akıldışılık, üretimsizlik ve antidemokratik rejim demek değildir. Toptancı ve kolaycı çözüm arayanlar Anglo-Sakson modelini öneriyorlar. Unuttukları bir yön var; aynı tarihi gelişime sahip değiliz. İngiltere ve onun iri yavrusu ABD'nin tarihi gelişim şartlarına kıta Avrupası bile sahip değil. Viyana'daki bir toplantıda Bemard Lewis'in Avusturya ve Alman takımına; "demokrasi İngilizce konuşan milletlere has bir olaydır" dediğini hatırlıyorum. Doğrusu etrafa demokrasi dersi verenlere iyi bir dersti. Bununla Anglo-Saksonlar demokrat olsun; biz otoriter idarelerle yola devam edelim demiyorum. Hukukumuzu korumayı ve adalet ülküsü fikrini biz de biliyoruz. Her şeye rağmen, Türkiye'de kanun fikri ve hukuk sisteminin var olduğunu bilmek gerekir. Bu gerçeği bilerek, aksaklıkları teşhis ve tedavi etmek daha kolaydır. Kitaptaki modele uymuyor diye bu ülkeyi başından beri yanlış antihistorique bir entite (tarih dışı, tarihi gelişmeye mugayir bir oluşum) gibi değerlendirmek sağlıksız ve bilgisiz aydınlara göre bir tavırdır ve maalesef bu tavır çok yaygındır. Resmi tarih diyenlerin ortaya attıkları sözde gayri resmi tarih sloganları, öbürü kadar yavan, görgüsüz bir tefekkür eseri, yanlış ve tashihi zor ön yargılar getirmektedir. Mesela, hanedanın rakip erkeklerini katlettiren hükümdarların Osmanlılar ne ilki ne de sonuncusudur. Devlette teklik, nizam-ı alemin tesisi için geçmiş asırlarda önemli ve kaçınılmaz bir eylemdi. Uygar Batı'nın da tarihinde köylüler hep harbe giderdi ve kitleler harbederek vatandaş olmayı öğrendi. XIX. yüzyıldan önce köylüler profesyonel ordular ve bürokrasi beslensin diye vergi verirdi sadece. Son yirmi yılın sulh şarkıları ve anti militarist söylemine bakılarak tarih değerlendirmesi yapmak sadece gülünçtür. O şarkıları söyleyen Batı Avrupalı ve İskandinavlar'ın gökten inme kusursuz demokratlar olduğuna sadece Balkan ülkelerinin zavallı aydınları gönülden inanmıştır. Bazı üçüncü dünya aydınlarının gözlem ve değerlendirmeleri çok daha isabetlidir. Toplum bireyleri için saygılı, adil davranan bir mekanizma yaratılmalıdır. Bunun için toplum kendi geçmişini bilen bir eğitim görmeli, kimlik sahibi olmalı ve istikbal inşa etmelidir. Toplum mühendisleri, toplumlar için en muzır gruplardır, hele bunlar bizdeki gibi tarih bilincinden yoksun; çevreyi tanımayan hayalperest şato mimarları ise...

İlber Ortaylı, "Devlet'e Nasıl Bakmalı", Doğu Batı, Sayı. 1, 1998, ss.11-16.
Devlet'e Nasıl Bakmalı Devlet'e Nasıl Bakmalı Reviewed by Tarih ve Felsefe on 4.5.17 Rating: 5
Blogger tarafından desteklenmektedir.